Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutlarken, geride bıraktığımız asır boyunca alınan dersleri önümüzdeki yıllara nasıl taşıyabileceğimizi anlatan, GİF İcra Komitesi Başkanı Büyükelçi (E) Selim Yenel tarafından kaleme alınan yazıyı aşağıda okuyabilirsiniz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ İKİNCİ YÜZYILINA GİRERKEN
29 EKİM 2023
Selim Yenel
GİF İcra Komitesi Başkanı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için gösterdiği başlıca hedeflerden birinin çağdaşlaşma olduğu hepimizin malumudur. Bu uğurda tarihimizde ilk kez herhangi bir dış baskı olmadan devrimler yapılarak Cumhuriyet sağlam temellere oturtuldu. Bunlar gerçekleşirken muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için Batılılaşma fikri ortaya kondu. Bu önemli günümüzde, Türkiye’nin Batılılaşma yolculuğunda nereden nereye geldiğimizi irdelemek istedim.
Yüzyıl önce ülkemiz, travmatik bir on yılın sonunda yeni bir benliğe kavuştu. Osmanlı kimliğini bırakırken, bir süredir alttan alta izlediği bir yönelim açıkça ortaya çıktı. O tarihe kadar Batı’nın karşısında genelde düşman, her zaman rakip ve bazen de müttefik olan Osmanlı geride kalırken, Türkiye Cumhuriyeti Batı’nın bir parçası olmaya çalıştı. Ankara bir yüzyıl boyunca kurucu Atatürk’ün çizdiği yolda Batı dünyasında yer alma gayretlerini sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı’na kadar diplomatik yoldan sürdürdüğü politikalar ile Lozan’da sağlayamadıklarının bir kısmını geri almayı başardı. Montrö Antlaşması ile Boğazlar üzerinde egemenlik tekrar sağlandı. Yine barışçı yollarla Hatay, Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldı. Genç Cumhuriyet’in ilk yıllarında medeni kanun ile önemli haklar elde etmiş olan Türk kadınları, bu dönemde seçme ve seçilme hakkını da Batı ülkelerinin pek çoğundan daha önce kazandı.
İkinci Dünya Savaşı’nda dengeli politika güderek savaşın dışında kalındı ve olası felaketler önlendi. Soğuk Savaş döneminde Batıyla daha fazla birleşme faaliyetleri hız kazandı ve NATO, OECD ve Avrupa Konseyi gibi Batılı kurumlara dâhil olundu. Geleceğin Avrupa Birliği olan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile anlaşma yapıldı. Zaman zaman gerginlikler olsa da Ankara, özellikle Sovyet/komünizm tehdidi karşısında Batı’nın güvenilir bir ortağı olmaya çalıştı.
Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyet Rusya tehlikesinin ortadan kalkmasıyla Türkiye’nin Batı dünyasındaki yeri sorgulanmaya başlandı. Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla donmuş reflekslerin AB çevrelerinde yavaş yavaş tekrar ortaya çıktığı görüldü. Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye bakışının – çıkar ilişkileri bir kenara bırakılırsa – hiç değişmemiş olduğu anlaşıldı. Bunlara göre Türkiye Avrupa/Batı ailesinin bir parçası değildi. Olamazdı ama sorun etmeyecek bir biçimde çok da uzakta olmamalıydı.
Eski Doğu Bloku ülkelerinin kısa bir süre içinde AB ve NATO’ya üye olmalarıyla Türkiye’nin bu çerçevedeki konumu sarsıldı. Bu durum bilhassa AB’nin 1997 Lüksemburg Zirvesinde ortaya çıktı. Türkiye’ye AB üyeliği için adaylık yerine ayrı bir perspektif verilmesi Ankara’nın nihayet uyanmasına vesile oldu. AB daha sonra bu durumu düzeltmeye çalışsa da Türkiye’nin AB ile bütünleşme çabaları hep birkaç adım geride tutuldu. Üyelik müzakerelerine yoğun uğraşlardan sonra başlanması AB’ye kabul edileceğimiz yönünde yanılgılara yol açtı. Müzakerelere başlanmasıyla ilişkilerin en yakın noktaya gelmesi beklenirken Almanya - Fransa ikilisinin gayretleri ile aradaki makas aksine daha da açıldı.
Atatürk devrimlerinden sonraki en önemli değişim, AB odaklı temel haklar alanındaki reformlar idi. Ne yazık ki bu reformlardan yavaş yavaş geri adımların atılması bu dönemde başladı. Türkiye ve Batı ülkeleri, karşılıklı yanlış politikalar ve algılamalar nedeniyle birbirlerinden uzaklaştı. Esasında ülkede her zaman Batı karşıtı bir damar bulunuyordu. Devletin hedefi değişmemekle beraber, Türkiye’nin son on yıldır izlediği kişisel ve ideolojik dış politika ile birlikte Batı yerine Rusya ve bazı Orta Doğu ülkelerine yönelmesi bu dönemde hız kazandı. Öte yandan ekonomik gerçekler Batı’nın yerini ve önemini tekrar hatırlattı. Bununla birlikte Batı’nın Türkiye’ye bakış açısı değişmemişti.
Medyadaki yazılarda artık “Batı Sonrası Türkiye” kavramının kullanılması veya Batı ülkeleri sayılırken Türkiye’nin bu söylem dışında tutulması bu yaklaşımın dışa vurumudur. Ancak önemli olan başkalarının değil Türkiye’nin kendisini nasıl gördüğüdür.
Atatürk, Batılı olmayı hayat standartlarını en yüksek seviyeye ulaştırmak amacıyla bir hedef olarak ortaya koydu. Eğitim, laiklik ve liyakat ön planda tutuldu. Atatürk’ün Batı’nın ülkemize olan bakış açısını ve genel olarak zihniyetini bilmesine rağmen, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak için Batılılaşmayı öne çıkarması onun gerçekçiliğini ve medeni cesaretini göstermiştir.
Ulu önder ülke içinde temel haklar ve özgürlükler ile hukukun üstünlüğü çerçevesinde ekonomik refahın sağlanmasını, dış politikada da hiçbir ülkenin içişlerine karışmadan çıkarlarımızı diplomatik ve barışçı yollardan sağlamak üzere hareket edilmesini ilke edinmiş, kısaca Batıcı olmadan Batılı bir şekilde davranılmasının yararlarını vurgulamıştır. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken bu duruş ve bakış açısını ödün vermeden ve daha güçlü bir şekilde sürdürmemiz, gelecek kuşakların refahı ve ülkemizin bütünlüğü için elzemdir.