Tarih boyunca, devletler genellikle genişlemeye çalıştılar ve bunu da çoğunlukla güç kullanarak yaptılar. Ne var ki, 1970ʼlerde ve 1980ʼlerde, kısa bir süre için karşıt yönde eğilimler ağırlık kazandı. Japonya, Batı Almanya ve "Asya Kaplanları" gibi daha küçük devletler, ABD ve Sovyetler Birliği gibi devlerden daha hızlı büyüyerek uluslararası alanda öne çıktılar. Benim "tüccar devletler" olarak adlandırdığım bu küçük ülkelerin hiçbir zaman topraklarını genişletmek gibi bir emelleri olmadı ve askeri güçlerini ülke dışında kullanmaya çalışmadılar. ABD Vietnamʼda, Sovyetler Birliği ise Afganistanʼda ihtilaflarla boğuşurken, tüccar devletler dikkatlerini siyasi hegemonya peşinde koşmak yerine yabancı pazarlara erişmeye yoğunlaştırdılar. Ve bu konuda çok da başarılı oldular.
Ancak tüccar devlet modeli nihayetinde beklenmedik sorunlarla karşılaştı. 1990ʼlarda, ABDʼde büyüme ve verimlilik oranları sıçrama yaparken, Japonya olduğu yerde saydı. Yabancı yatırımcıların paralarını alıp evlerine döndükleri 1997-98 Asya mali krizi çoğu tüccar devleti derinden sarstı. Endonezya, Malezya, Tayland ve nispeten küçük diğer ülkeler şoka dayanacak kadar yabancı sermayeye sahip olmadıkları için iflaslarını ilan etmek zorunda kaldılar. Dönemin ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspanʼin 1999ʼda ifade ettiği gibi, "Doğu Asyaʼda yedek lastik yoktu." Bölge hükümetleri ayakta kalabilmek için paralarının değerini düşürüp yüksek faiz oranları benimsediler ve bir daha da eski parlak günlerine dönemediler. Bu arada, Rusya alacaklılarıyla ihtilafa düştü. Ve Moskova borçlarını geri ödeyemeyince, Rus hazine bonolarının değeri sıfırlandı. Rusyaʼnın sorunu, topraklarının çok geniş olmasına karşın ekonomisinin küçük olmasıydı. Diğer taraftan, Çin, Hindistan ve hatta Japonyaʼnın bile bol miktarda nakit paraya erişim imkânı olduğu için ekonomileri sarsılmadı. ABD piyasası ise krizden hemen hemen hiç etkilenmedi.
Küçük tüccar devletler başarısız oldular, çünkü herşeyi üzerine kurdukları varsayımlar tutmadı. Başarılı olmak için, kolay satış yapabilecekleri ve kredi alabilecekleri rekabete açık uluslararası bir ekonomik yapıya ihtiyaçları vardı. Ama sıkıntı baş gösterdiğinde, gelişmiş dünyanın büyük pazarları tüccar devletlerin tüm mallarını kabul edecek kadar rekabete açık değildi. 1998ʼin çaresiz mağdurları, ne eski pozisyonlarına dönmek için yurtdışına hızlı satış yapabildiler, ne de uygun koşullarda borç alabildiler. Bunun yerine, uluslararası finans mabedinin önünde diz çökmek ve yardım için çok ağır koşullar dayatan Uluslararası Para Fonuʼnun dikte ettirdiği şartları kabul etmek zorunda kaldılar. Krizden sonra, küçük tüccar devletler kendilerini bir daha asla benzer bir konuma düşürmeyeceklerine and içtiler ve böylece ihracat yoluyla dövize erişimlerini arttırdılar. Son zamanlarda, ekonomik olarak genişlemek için bölgesel ticari gruplar oluşturmak amacıyla, mallarını satacakları bir tercihli gümrük bölgesi ve belki de, nakit kredi alabilecekleri bir ortak para birimi bölgesi için müzakerelere başladılar.
Sorun ve Çözümü
Küresel piyasalar son yıllarda inanılmaz bir ölçüde büyüdü. Uluslararası danışmanlık firması McKinsey & Company, 2007 yılında dünyadaki finansal varlıkların (hisse senetleri, özel sektör ve kamu borçları ile banka mevduatları dahil) toplam değerinin 194 trilyon dolara ya da dünya GSHʼsinin yüzde 343ʼüne yükseldiğini hesapladı. Bu veriler doğrultusunda, küçük ekonomilerin küresel pazardaki değişimler karşısında neden savunmasız kalabileceğini anlamak kolaydır. Bir ülkeye gelen para beklenmedik ve hatta bazen de istenmeyen bir nimet olurken, dışarı giden para ise bir felaketin habercisi olabilir. Dünyanın bir ucundaki Wall Streetʼte ya da Londraʼda konuşlanmış bilinçsiz ancak güçlü yatırımcıların keyfi kararları yerel enflasyon ve deflasyon ile sonuçlanabilir. Yabancı yatırımcılar herhangi bir sebepten dolayı küçük bir ülkenin ekonomisine olan güvenlerini kaybederlerse, bu o ülkenin başı büyük dertte demektir.
Buna ek olarak, son küresel ekonomik kriz sırasında, yerli ve yabancı yatırımcılar fonları geri çekince ya da ellerindeki finansal varlıkları satınca, en büyük ekonomiler bile çok büyük kayıplara uğradılar. 2007 yılından 2008 yılına kadar, dünya genelinde hisse senedi piyasaları yüzde 50 oranında değer kaybetti. ABDʼde faiz oranları, sırf Çin, Japonya ve Avrupa ABD hazine bonolarını satın alıyor ve ellerinde tutmaya devam ediyorlar diye düşük seyredebildi; eğer bu fonlar geri çekilmiş olsaydı, yurtiçinde yapılabilecek hiçbir harcama miktarı ya da para basımı bunu telafi edemezdi. Bir başka deyişle, en büyük oyuncular bile krizi kendi başlarına aşamayacak kadar küçük kaldılar.
Dünya pazarının bütünü, elbette ki her zaman tamamlayıcı parçalarından daha büyük oldu. Geçmişin büyük güçleri sınırlarını genişletmeye ve güçlerini artırmaya çalışırken, kendilerini ekonomik zafiyetten korumayı da amaçlıyorlardı. Tarihçi Patrick OʼBrienʼın belgelediği gibi, 1897 yılına gelindiğinde, Birleşik Krallık yeryüzünün dörtte birini kaplayan ve dünya nüfusunun yedide birini barındıran bir imparatorluğu kontrol ediyordu. Ama Britanya İmparatorluğu bile Rusyaʼya, ABDʼye, ya da Avrupaʼnın geri kalan kısmına hakim değildi ve 1929ʼda Wall Streetʼte başlayan ekonomik çöküş, İngiliz İmparatorluğuʼnun kendi kendine yetebilme gücüne balta vurdu.Tarih, salt siyasi hiçbir aracın dünya ekonomisini bir arada tutamayacağını böylece göstermiş oldu.
Büyük Bunalım ve II. Dünya Savaşı, büyük güçleri bile bireysel olarak yapabileceklerinin sınırlarını farketmeye zorladı. Bu travmaların ardından, o güne kadar adı sanı duyulmamış Cognac doğumlu bir simsar olan Jean Monnet, önce Fransız, ardından da Alman meslektaşlarını, Batı Avrupa devletlerinin Sovyetler Birliğiʼnin devasa kara kütlesiyle ya da ABDʼdeki geniş sanayi merkeziyle baş edemeyecek kadar küçük olduklarına ikna etti. Monnet, Avrupa ülkelerinin sadece bir araya gelirlerse rekabet edebileceklerini savundu; Avrupaʼnın birleşme süreci de böylece başlamış oldu.
Bugün Avrupa Birliğiʼni oluşturan 27 devlete yakın zamanda takriben 10 yeni devletin de katılmasıyla, Avrupa Atlantikʼten Kafkaslara kadar uzanıyor olacak. Üye devletler ulusal sınırlarının ötesine geçen genişlemiş bir pazara katılmanın avantajlarından yararlanıyorlar. Avrupa Birliği içinde gümrük vergilerinin olmaması, daha büyük sınır ötesi ticari işbirliklerine imkân vermekte, bu da uzmanlaşmayı ve verimliliği artırıp üye devletlerin yurttaşlarınının malları daha ucuza almalarını sağlamaktadır. Andrew Rose ve Jeffrey Frankel gibi ekonomistlerin ortaya koydukları gibi, bu gibi ticaret bölgeleri zaman içinde üyelerinin ticaret hacmini ve GSYİHʼlerinin büyüme hızını artırmaktadır. Bunun idari avantajları da bulunmaktadır: ekonomileri daha az gelişmiş olan Güney ve Doğu Avrupa devletleri deneyimli AB üyelerinden yardım görmekte, eğitim almakta ve bu mali politikalarının dizginlenmesi pahasına bile olsa, iflas etmelerine izin verilmemektedir.
1988 yılında Kanada ile ABD arasında serbest ticaret bölgesinin kurulması ve 1994 yılında Meksikaʼyı da içine alan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşmasıʼnın (NAFTA) imzalanmasıyla, Atlantikʼin karşı yakasında da, daha kademeli olmak suretiyle benzer bir süreç yaşanmaktadır. 1980ʼlerde, Kanada Başbakanı Brian Mulroney, mali açıdan sıkıntıda olan Reagan yönetiminin Kanadaʼnın ABD pazarına erişimini kısıtlayabileceğinden endişelenmişti. Ronald Reagan, Kanada ile tercihli bir ticaret anlaşması yapmayı kabul edince, Meksika Devlet Başkanı Carlos Salinas de Gortari, Meksika ihraç mallarının Kuzey Amerika pazarından dışlanması korkusuyla, bu anlaşmaya katılma mecburiyeti hissetti. Her ne kadar NAFTA ABʼnin (mahkemeleri, karar alma organları ya da ortak bir para birimi olmayan) zayıf bir kopyası olsa da, Orta ve Güney Amerikaʼda da bu yönde başka girişimlerin oluşmasına imkan sağladı. Göklere çıkarılan Amerika Serbest Ticaret bölgesi henüz ortada olmamasına rağmen ileride daha geniş bir birimde bütünleştirilebileceklerine dair üstü kapalı hükümler içeren karşılıklı ticaret anlaşmalarının sayısında büyük bir çoğalma olmuştur.
Bu arada, 1967ʼde Asyaʼdaki bölgesel askeri bir krizin sonrasında kurulan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), kuruluşundan beri ekonomik birliğe giderek daha fazla odaklanmaktadır. Avrupa daha da bütünleştikçe ve özellikle de 1997-98 Asya mali krizinden sonra, ASEAN etki alanını genişletti: Çin, Japonya ve Güney Kore 1999 yılında ASEAN + 3 olarak anılan bir gruba katıldılar. Aynı zamanda, Japonya bir Asya bölgesel fonu oluşturulmasını önerdi ve hatta bir Asya para birliği düşüncesini ortaya attı. Her ne kadar Çin ve Japonyaʼnın, Avrupaʼda Fransa ile Almanya arasındakine benzer bir mutabakat sağlayamaması bu çabaları aksatmış olsa da, bu Çin ve Japonya arasında daha derin bir yakınlaşma olduğu takdirde, ileride başarılı olmayacakları anlamına gelmemektedir.
Son olarak, 2006 yılında, Almanya Başbakanı Angela Merkel - Dünya Ticaret Örgütüʼnün uluslararası ticaret müzakerelerinin yürütüldüğü Doha Turuʼnun gümrük vergilerini düşürmeyi başaramayacağını farkederek- AB ve ABD arasında bir transatlantik serbest ticaret bölgesinin kurulmasını önerdi. Bu gerçekleştiği takdirde, dünya GSHʼsinin yüzde 50ʼsinden fazlasını kapsayacak olan bu ticaret anlaşması, ABD ve Avrupa sanayisine hem canlandırıcı bir etki sağlayacak , hem de genişlemiş bir pazar sunacaktır. Kolombiya, Panama ve Güney Koreʼyle sıradaki serbest ticaret anlaşmalarını hâlâ onaylamamış olan Kongre tarafından eli kolu bağlanan ABD Başkanı George W. Bush, Merkelʼin teklifini ciddi bir şekilde değerlendiremedi. Ancak ABD ʼnin ekonomik toparlanması yavaş ilerlerse ya da ekonomi yeniden durgunluğa girerse, teklif geniş kesimler için daha cazip bir hale gelebilir. Büyüklük Önemlidir
Yirminci yüzyıla kadar, devletler güçlerini çoğunlukla başka devletlere saldırıp, onların topraklarını ele geçirerek arttırırlardı. 1500 yılında Avrupaʼda 500 kadar siyasi birim vardı; 1900ʼe gelindiğinde bu sayı 25ʼe düşmüştü. Bu kısmen, evlilikler ve hanedanların genişlemesiyle, ama büyük ölçüde güç kullanılarak gerçekleşen bir bütünleşmeydi.
1914ʼe gelindiğinde, pek çok devlet adamı Dünya Savaşıʼnın hem Avrupaʼyı, hem Avrupa dışındaki dünyayı daha da bütünleştireceğini düşündü. Ancak tersine çatışma Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rusya imparatorluklarının parçalanmasına yol açtı ve Britanya ve Fransız imparatorluklarına ciddi bir darbe indirdi. Ne var ki, Avrupa dışında, askeri güç, toprak genişletmenin başarılı bir aracı olmaya devam etti. Öyle ki, 1930ʼlarda, Almanya ve Japonya kendilerine yeni imparatorluklar kurmaya çalıştılar. Bu yöndeki girişimleri II. Dünya Savaşı sırasında durduruldu ve geriye kalan Avrupa imparatorlukları da 1950ʼler, 1960ʼlar ve 1970ʼlerde dağıldı. Kalan son imparatorluk olan Sovyetler Birliği de, 1991ʼye gelindiğinde egemenliği altındaki bütün toprakları özgür bırakmak suretiyle, bu akıma uyarak pes etti.
Ne var ki, küresel politikanın bu şekilde daha çok ve daha küçük parçalara bölünmesi, büyüklüğe olumlu geri dönüşü olan küresel ekonominin işlevsel talepleriyle bağdaşmıyordu. Bu nedenle, yirminci yüzyıl sonlarına doğru akıllardaki soru, askeri genişlemenin seçenek olmadığı bir dünyada daha büyük ekonomik birimlerin nasıl kurulacağıydı. Geçmişte çeşitli güçlerin işine yaramış olan ekonomik büyüme, yatırım yapılacak iyi bir seçenek olarak göründü ve savaş sonrası dönemde tüccar devletler en parlak günlerini yaşadılar. Ancak, son zamanlarda bu modelin de sıkıntıya düşmesiyle, anlaşma yoluna dayalı ekonomik entegrasyon giderek daha cazip hale gelmektedir.
Anlaşma yoluyla bütünleşmenin sonuçları askeri genişlemenin sonuçlarıyla aynı olmasa da, bunların daha memnuniyet verici ve daha uzun ömürlü olması muhtemeldir. Şüphesiz, pazarların bir gümrük bölgesi içinde toplanması siyasi birliği garantilemez: AB örneğinin gösterdiği gibi, araya hâlâ siyasi anlaşmazlıklar girmekte ve katılımcılar dış politika konusunda sık sık görüş ayrılığına düşmektedir. Yine de, bu modelin bir kusuru varsa bunun saldırganlık değil, tersine aşırı atalet olduğu söylenebilir.
1950ʼlerde, siyaset bilimci Karl Deutsch, göç, ticaret ve mesaj ve değer alışverişi sayesinde ülke grupları arasında askeri çatışma ihtimalini esas itibariyle bertaraf edecek kadar sıkı bir bağın kurulabileceğini ifade etmişti. İsveç-Norveç, Benelux (Belçika-Hollanda-Lüksemburg) ve ABD-Kanada böyle "çoğulcu güvenlik toplulukları"nın örnekleri olarak sayılmıştı. Deutschʼün zamanından bu yana, AB, Fransa ve Almanya arasında benzer bir bağ kurarak ve başkalarını da ortaklığa katarak, bu topluluklardan bir yenisini yarattı. AB müktesebatını (şu anki AB mevzuatı) benimsemenin, birlik üyeleri üzerinde sosyal bir etkisi vardır. AB üyeleri birliğin dağılmasından ziyade birliğe yeni üyelerin katılması ihtimalini düşünmektedir.
Kıtanın tek bir karar merkezi olmamakla birlikte, kurulan ağın, bütün yapıyı bir arada tutan çok sayıda düğüm noktası vardır. Finans, teknoloji ve mesleki uzmanlık gibi konuların bir araya toplanması etkinliği büyük ölçüde artırdığından, Londra-Frankfurt ve Zürih-Milano koridorları çok önemli ölçek ekonomileri sunarlar. Ve Doğu Avrupaʼda Fransa, Almanya ve İtalyaʼdaki merkezlerle bağlantıları olan düşük maliyetli bir imalat sektörü gelişmektedir. 2008 yılında, dünyanın en büyük 500 şirketinden 168ʼinin merkezi ABʼdeyken, 153ʼününki ABDʼdeydi.
Avrupa ölçek gereksinimine, geçmişin hatalarının önüne geçen etkin maliyetli bir çözüm geliştirmiştir. ABʼnin toplam GSHʼsi ABDʼninkinden yüksektir ve öyle olmaya devam edecektir. Ve Avrupa içte ekonomik büyümeye ilaveten, coğrafi olarak genişlemeyi sürdürebilir. Çin Hindistan, Japonya ya da Güney Koreʼnin yönetimini ele geçiremez; fakat, Avrupa komşularını barışçı yollardan bünyesine katabilir.
Direnmek Nafile
ABD ölçek gereksinimini ve buna erişmenin yeni araçlarını görmezden gelemez. ABD, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan Avrupa ile güçlerini birleştirmenin kalkınma üzerindeki uyarıcı etkisinin farkına varmalıdır.
Transatlantik bir ekonomik ortaklık beraberinde siyasi bir birlik getirmeyecektir. Bu, ekonomik çıkarları her zaman örtüşmeyen dünya demokrasilerinin bir araya toplanması anlamına da gelmeyecektir. Daha çok, dünyanın en güçlü iki ekonomik bölgesinin, ayrı ayrı olduklarında erişebileceklerinden daha yüksek bir refah seviyesine ulaşmak için güçlerini birleştirmeleri anlamına gelecektir.
Coğrafi ekonomik blokların dezavantajlı ve potansiyel olarak tehlikeli olduğunu hâlâ ileri süren pek çok teorisyen vardır. Bu teorisyenlere göre, söz konusu bloklar 1930ʼlardakine benzer çatışma risklerini artırırken, üyelere katkıları çok azdır; daha avantajlı bir pozisyon elde etmek için birbirleriyle yarıştıklarından, bu bloklar ticari ve siyasi anlaşmalara zemin hazırlamak yerine ilerlemeye engel olurlar. Bu muhalifler, Britanya, Alman, Japon ve ABD bloklarının 1930ʼlarda uyumlu bir bütün oluşturamadıkları konusundaki eleştirilerinde haklıdırlar. Ancak bu blokların aralarında o zamanlar çok az doğrudan yabancı yatırım vardı ve bugünkü gibi büyük ekonomik güçleri birbirine bağlayan üretim zincirleri de mevcut değildi. O dönemde, büyük ülkeler dış ticaretin kısıtlayıcı etkilerinden kurtulmak için, çoğunlukla merkantilist bir yol izleyerek, yeni enerji ve hammadde kaynakları bulmaya ve bunları tekelleri altına almaya çalıştılar. Otoriter güçler ekonomik ve bölgesel kazanımlar elde etmek için şiddeti de bir araç olarak kullandılar.
Ancak, bugün hiçbir büyük güç ekonomik sorunlarını askeri genişlemeyle çözülebileceğini düşünemez. Büyük bir güç komşu bölgeleri işgal edebilir, ama geniş bölgeleri topraklarına katıp asimile edemez. Bu gibi girişimlerin yerli halkın olumsuz tepkisine neden olacağını göz önünde bulundurarak, bu bölgelerin hammaddelerden, petrolünden ya da diğer doğal kaynaklarından yararlanmayı kesinlikle elde var olarak göremez.Bir başka deyişle, bugün askeri genişlemenin karşısında 75 yıl önce söz konusu olmayan zorluklar vardır, ki bu da bölgesel ekonomik blokların potansiyel tehlikelerinin doğurabileceği kaygıları hafifletmektedir.
Dahası, bugün ticaret bloklarının barışçı yollardan genişlemesi demek başkalarını dışarda tutmaktan ziyade blokların içine alma anlamına gelmektedir. Bu, Avrupaʼda ve bir ölçüde Kuzey Amerika ile Asyaʼda böyle olmuştur. Ticaret bloklarınının kendi kendilerine yetmeleri imkânsızdır ve böyle birşey zaten hiçbir zaman hedeflenmeyecektir. Aslında, bir ticaret grubunun başarısının anahtarı, büyüdükçe dışarıdaki satıcıları kendine çekebilmesinde yatmaktadır.
Peki, ABD ve AB bir ticaret ortaklığı kursa Çin, Hindistan ve Japonya ne yapar? Bu ülkeler, transatlantik birleşmeye karşılık bir Asya paktı oluşturmayı tatminkâr bulmayacaktır. Dünyanın en büyük pazarları Avrupa ve Kuzey Amerikaʼda bulunduğundan, ihracatçı Asya ülkelerinin bu pazarlara satış yapmaya devam etmeleri gerekecektir. Ve Japonya sonunda ortaklığa katılacak olursa, Çin ve Hindistan için riskler yükselecektir. Çin ve Hindistan ihracatı iç satışlarla ikame edebilselerdi, ciddi bir tehditle karşılaşmazlardı. Ama büyüklükleri sayesinde bunu yapmayı deneseler bile, tam olarak gerçekleştirmeleri imkânsızdır. İç tüketimi ne kadar büyürse büyüsün, Çinʼin şu an Avrupa, ABD ve Japonyaʼdaki teknolojik olarak ileri ve lüks pazarlara ihraç ettiği malları bünyesinde eritmesi mümkün olmayacaktır. Pekin ve Yeni Delhi, geriye düşmemek için başka yerlerdeki pazarlarla sürekli bir ilişkiye ihtiyaç duyacaklardır.
Bütün bunlar, son beş yüzyıldır egemen olan küresel siyaset ve ekonomi yapılarının geçerliliğini giderek daha çok yitirdiği anlamına gelmektedir. Son beş yüzyılda, yeni bir büyük gücün yükseldiği on bir olaydan sekizi "hegemonik bir savaş"a yol açmıştı. 2020ʼlerde oluşması muhtemel bir Çin tehdidiyle, bir kez daha çatışma ihtimalinin güçleneceği düşünülebilir ki başka devirlerde de böyle bir beklenti makul olabilirdi.
Ne var ki, bu defa askeri çatışma ihtimali zayıftır; zira siyasi güç bazen oyuncuları birbirinden uzaklaştırsa da, günümüzde ekonomik güç bu oyuncuları birbirine çekmektedir. ABDʼnin Çin ya da Hindistan gibi yükselen rakiplerle savaşmaya, hatta birini diğerine karşı dengelemeye ihtiyacı yoktur. Yeni yükselen proto-kapitalist devletleri ağına çekmek için, Avrupa pazarıyla birleştirilecek kendi pazar kapasitesini kullanabilir.
Soğuk Savaş sırasında, Batıʼnın ekonomik gücü sonunda Sovyet ekonomisinin ağır sanayi büyümesinin hızını bile ezip geçti. 1980ʼlerde, Kuzey Atlantik, Japon ve hatta Güney Kore kapitalizminin cazibesi, Sovyet lideri Mihail Gorbaçevʼin ülkesinin ekonomik ve siyasi sistemini yenileme ve Soğuk Savaşı sona erdirme kararında rol oynayan kritik bir faktördü. Aynı faktör, Deng Xiaopingʼin 1978ʼden sonra Çinʼde gerçekleştirdiği reformları başlatma kararında da etkili oldu.
Kapitalist ekonomi başarı formülünün yaygın olarak anlaşıldığı ve çoğaltıldığı günümüzde, Batıʼnın ekonomik çekim gücü sadece ekonomilerin bireysel başarıları ile değil, bunların giderek daha entegre bir grup halinde kalkınmalarından da kaynaklanacaktır. Avrupaʼda - ve belki de Atlantikʼin iki yakasında- ekonomilerin birleşmesi ve genişlemesi, Asyaʼdaki gibi münferit başarılara da kılavuzluk hizmeti verecektir.
Ölçek Etkileri
ABDʼde ekonomik toparlanma yavaşlarsa, transatlantik bir ekonomik birlik ihtiyacı daha da netleşecektir. ABDʼde politikaları belirleyenler, bir noktada, diğer ülkelerle ticaret anlaşmalarının ABD üretimini yurtdışına transfer etmenin bir aracı olmaktan çok, dışarıda daha büyük pazarlar elde etmeye yönelik güçlü bir toparlanma stratejisinin parçası olduğunu görecek ve halkı buna ikna etmenin bir yolunu bulacaklardır. Burada kritik faktör, böyle pazarların ciddi adımlar atılmadan açılmaya devam etmeyeceğini kabul etmek olabilir. Doha Turuʼnun başarısızlığı gibi, bu başarısızlığa verilecek tek gerçekçi yanıtın, ABʼnin transatlantik bir serbest ticaret bölgesi oluşturma davetini kabul etmek ve ABD pazarına en az yarım milyar insan daha katarak pazarı genişletmek olduğu açıkça görülecektir.
Böyle bir hamle, genel ve derin tarihsel eğilimlerle tutarlı olacaktır. Büyük Fransız tarihçisi Fernand Braudel, ülkelerin on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda gerçekleşen Ticaret Devrimi sırasındaki başarısını ulusal pazarlarının büyüklüğüne bağlamıştı. İngiltereʼnin Fransa ve Hollanda karşısında üstünlük sağlama nedeni pazarının geniş ve iç gümrük engelleriyle bölünmemiş olmasıydı. Sanayi Devrimi ile, uluslararası pazarlar ekonomik başarının anahtarı oldu ve pazarları ülke dışına genişletme girişimleri Avrupa emperyalizminin itici faktörlerden biri haline geldi.
Askeri genişleme iki dünya savaşının ardından cazibesini yitirdi ve bir süre için tüccar devletler geleceğe uzanan yeni bir yol haritası çizer gibi göründü. Ama küçüklük matah birşey değildi; hal böyleyken, tüccar devletler büyümeye devam eden dünya pazarına egemen olamadılar. Büyük güçler bile, diğerleriyle anlaşmaya dayalı ekonomik ortaklıklar yoluyla daha büyük pazarlara erişmeye ihtiyaçları olduğunu gördüler.
Uluslararası ticaret serbestliğini sağlamaya yönelik gerçek anlamda küresel son girişimin başarısızlığı karşısında, ABD ekonomisinin menzilini ve canlılığını artırmanın yolu yeni gümrük birliklerinden ve parasal düzenlemelerden geçmektedir. Bu adımlar, sadece durgunluğun kalıcı etkilerinin üstesinden gelmek için değil, yükselen güçlerin büyüme hızlarını yakalamak açısından da önemlidir. Ekonomik güçlerin birleştirilmesi, ilgili ülkelerin büyümesini hızlandırır, ki bunu yirmi birinci yüzyılda ekonomik parçalanma ya da jeopolitik çatışma riski olmadan gerçekleştirmek mümkündür. Transatlantik bir serbest ticaret anlaşması, üyelerine şu an ihtiyaç duydukları ekonomik ölçeği sağlayacak ve gelecekte başkalarını da kendine çekecektir.
|
Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir. |