İçinde yaşadığımız bir G-20 dünyası değil. Geçen birkaç ayda, mali krizin aciliyeti azalıp grup içinde siyasi ve ekonomik değer farklılıkları kendini gösterince, önde gelen ekonomilerin oluşturduğu genişletilmiş grup, planlandığı gibi ahenkli bir topluluk olmaktan çıkıp birbirine uymayan rakip seslerin oluşturduğu bir gürültü kirliliği haline geldi. Ortada, geçerli olabilecek bir G-2 –acil uluslarüstü sorunlar için bir ABD-Çin çözümü– de bulunmuyor, zira Pekin’in uluslararası liderliğin beraberinde getirdiği yükleri üstlenmek gibi bir niyeti yok. İmdada koşabilecek, ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan bir G-3 alternatifi de söz konusu değil.
ABD bugün, dünyanın başlıca küresel kamu malları tedarikçisi olmaya devam etmesini sağlayacak kaynaklardan yoksun. Avrupa ise şu anda tümüyle Euro bölgesini kurtarmakla meşgul. Aynı şekilde, kendi içinde cereyan eden karmaşık siyasi ve ekonomik sorunlar Japonya’nın elini kolunu bağlıyor. Bu güçlerin hükümetleri yeni ve ağır bir uluslararası operasyon için gerekli zamana, kaynaklara ya da ülke içi siyasi sermayeye sahip değil. Bu arada, Brezilya, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerin doğrudan katılımı olmaksızın, çözüm bekleyen uluslarüstü sorunlara güvenilir yanıtlar bulmak da mümkün değil. Ancak bu ülkeler, kendi ekonomik gelişimlerine fazlasıyla odaklanmış olduklarından, yeni uluslararası sorumlulukların beraberinde getirdiği yükleri üstlenmekten kaçınıyorlar.
Şu anda, tek bir ülkenin ya da ülkeler blokunun gerçekten uluslararası bir gündemi yürütecek siyasi ve ekonomik ağırlığa –ya da iradeye– sahip olmadığı bir G-Sıfır dünyasında yaşıyoruz. Bunun sonucu olarak, uluslararası makroekonomik koordinasyon, finansal düzenleyici reform, ticaret politikası ve iklim değişikliği gibi hayati önemi olan konularda uluslararası arenada daha yoğun bir çatışma yaşanacak. Bu yeni düzen küresel ekonomiyi derinden etkiliyor, zira dünyanın her yerinde şirketler muazzam nakit stoklarını ellerinde tutarak, şu anki siyasi ve ekonomik belirsizliğin geçmesini bekliyorlar. Şirketlerin pek çoğu için bu bekleme süresi uzayabilir.
İHTİYAR DELİKANLILAR KULÜBÜ
1990’ların ortalarına kadar, G-7 en önemli uluslararası pazarlık masasıydı. Üyeleri, demokrasinin ve piyasa odaklı kapitalizmin kalıcı barış ve refah getirme olasılığı en yüksek sistemler olduğu inancını ve ortak bir değerler bütününü paylaşıyorlardı.
1997’de, ABD’li ve Avrupalı politikacılar Rusya’yı kulübe dahil edince, ABD hâkimiyetindeki G-7 yine ABD hâkimiyetindeki G-8’e dönüştü. Bu değişiklik, dünya güç dengesindeki herhangi bir değişimi yansıtmıyordu. Rusya’nın kırılgan demokrasisini desteklemeye ve ülkenin tekrardan komünizme ya da milliyetçi militarizme kaymasını önlemeye yönelik bir çabadan ibaretti. G-7’den G-8’e geçiş, temsili hükümetin üstünlüklerine ya da devletin ekonomik büyümenin yönetiminde ağırlıklı bir rol oynamasının tehlikelerine ilişkin varsayımlara meydan okumadı.
Son mali kriz ve küresel piyasaların çöküşü, uluslararası sistem için, Sovyet bloğunun dağılmasını izleyen tüm sarsıntılardan çok daha büyük bir şok dalgası oldu. Eylül 2008’de, küresel ekonominin felaketin eşiğine geldiği korkusu, dünyanın en büyük ve en önemli yükselen piyasa ekonomilerini kapsayan bir örgütlenme olan G-20’ye kaçınılmaz geçişi hızlandırdı. Kulübün Kasım 2008’de Washington’da ve Nisan 2009’da Londra’da gerçekleşen ilk toplantılarında, ortak parasal ve mali genişleme, Uluslararası Para Fonu’na (IMF) daha fazla fon sağlama ve finansal kuruluşlar için yeni kurallar belirleme konularında bir mutabakat oluştu. Bu başarıları sağlayan, esas olarak, bütün üyelerin kendilerini aynı anda aynı vebanın tehdidi altında hissetmeleriydi.
Ancak ekonomik toparlanma başlayınca, bazı ülkelerde kriz algısı hafifledi. Çin’in ve gelişmekte olan diğer büyük ekonomilerin krizden daha az zarar gördükleri ve dünyanın en zengin ülkelerinden daha hızlı toparlanacakları belli oldu. Çin ve Hindistan bankaları, ABD ve Avrupa bankalarının çökmesinin bulaşıcı etkilerine, Batı bankalarından daha az maruz kalmışlardı. Üstelik, Çin’in dış rezervleri, Çin hükümetini ve bankalarını Batı’yı saran likidite paniğinden de korumuştu. Pekin’in devlet harcamalarını altyapı projelerine yönlendirme becerisi hızla yeni işler yaratarak, ABD ve Avrupa tüketici talebindeki düşüşün Çin’de büyük ölçekli işsizliği ve sivil kargaşayı tetikleyebileceği korkularını yatıştırdı.
Çin ve diğer yükselen ekonomiler toparlanıp büyümeye başlayınca, Batı’nın korkusu ve hüsranı daha da büyüdü. ABD’de, ısrarla devam eden yüksek işsizlik ve çift dipli bir resesyona yönelik endişeler, hükümet karşıtı aktivizmi körükledi ve güç dengesini Cumhuriyetçiler lehine çevirdi. Fransa ve Almanya’da hükümetler gözden düştü –Japonya ve İngiltere’dekiler ise seçimleri kaybetti. Mali krizler Yunanistan’dan İrlanda’ya, Baltık ülkelerinden İspanya’ya halkta büyük öfke yarattı.
Bu arada, gelişmiş dünya cılız bir toparlanmanın bir adım ötesine geçemezken, Brezilya, Çin, Hindistan, Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkeler ilerlediler. (İşin ironik yanı, toparlanmakta zorlanan tek büyük gelişen güç, G-7 kulübüne kabul edilen ilk ülke olan petrol zengini Rusya’dır.) Zengin ve gelişen ülkelerin ihtiyaçları ve çıkarları farklılaşmaya başlayınca, G-20 ve diğer uluslararası kuruluşlar, krize karşı eşgüdümlü ve tutarlı çok taraflı politikalar üretmek için gereken aciliyet duygusunu kaybettiler.
Sağlam bir toparlanma sağlayamadıkları için ağır eleştirilere maruz kalan Batılı politikacılar, denizaşırı günah keçilerini suçladılar. ABD ile Çin arasındaki siyasi gerginlikler son birkaç ay içinde iyice tırmandı. Çin, para birimi olan yuan’ın değerini önemli oranda yükseltmesi için Washington’ın yaptığı çağrılara karşı koymaya devam ediyor. Pekin’de politika yapıcılar, gelişme sürecinin kritik bir anında ülkelerini korumak zorunda olduklarında ısrar ederken, ABD’de yasa koyucular, adil olmadığını söyledikleri Çin ticaret ve döviz politikalarına karşı harekete geçme konusunda giderek daha ciddileşiyorlar. Geçtiğimiz üç yılda, Çin ve ABD’nin birbirlerine karşı açtıkları Dünya Ticaret Örgütü ve iç ticaret davalarının sayısında çok belirgin bir artış görülüyor. Bu arada, G-20 mütevazi etkileri olan uluslararası bir örgüt olmaktan çıkıp hareketli bir çatışma alanına dönüştü.
BOŞ SÜRÜCÜ KOLTUĞU
Bu çekişme ve eylemsizlikte yeni olan bir şey yok. Örneğin, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan kırk yıl sonra, büyük güçler dünyanın en tehlikeli silahlarının ve teknolojilerinin yayılmasına engel olabilecek etkin bir nükleer yayılmayı önleme düzenini nasıl kuracakları ve koruyacakları konusunda hâlâ anlaşmış değiller. Aslında, bir ülke ya da ülkeler bloğu savunma kapasitesini, rakiplerinin askeri üstünlüğüne (kasten ya da dolaylı olarak) meydan okuyan yöntemlerle azamiye çıkarmaya çalıştığından, küresel savunma politikası her zaman esas olarak sıfır toplamlı bir oyun olmuştur.
Uluslararası ticaret ise farklı bir oyun; ticaret tüm oyunculara fayda sağlayabilir. Ancak mali krizin akabinde ekonomik çıkarların farklılaşması küresel ekonomik işbirliğini baltalayarak, küreselleşmenin tekerine çomak soktu. Küresel ekonomi geçmişte, serbest piyasalar, serbest ticaret ve sermaye hareketliliğine yönelik gerekli güvenlik çerçevesini yaratması için bir hegemona güveniyordu –bu hegemon on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Birleşik Krallık (İngiltere), yirminci yüzyılda ise ABD oldu. Ancak, bir yandan Washington’ın uluslararası nüfuzunun azalması, öte yandan –hem gelişmiş ve gelişen ülkeler, hem de ABD ve Avrupa arasındaki– derin politika anlaşmazlıkları birleşince, buna en çok ihtiyaç duyulan anda bir uluslararası liderlik boşluğu oluştu.
Geçtiğimiz 20 yıl boyunca, güvenlik meselelerindeki farklılıkları ne olursa olsun , dünyanın en büyük gelişmiş ve gelişen ülkelerinin ortak ekonomik hedefleri bulunuyordu. Çin ve Hindistan’ın büyümesi Batılı tüketicilere dünyanın en hızlı büyüyen pazarlarına erişim imkânı sağladı ve ABD ve Avrupa’daki politika yapıcıların ucuza üretilmiş mal ve hizmetleri ithal ederek enflasyonu yönetmelerine yardımcı oldu. ABD, Avrupa ve Japonya da, gelişen ekonomilerden muazzam miktarlarda ithalat yaparak ve uluslararası politikada nispi istikrarı koruyarak, bu ekonomilerin istihdam yaratmalarına yardımcı oldular.
Ancak, önümüzdeki 20 yılda, ekonomik ve ticari konulardaki müzakerelerde de, tıpkı nükleer silahların çoğalmasını önleme ve iklim değişikliği konularındaki son tartışmalarda olduğu gibi, rekabet öne çıkacak. Doha görüşmeleri nesli tükenmiş bir kuş kadar ölü olmakla birlikte Dünya Ticaret Örgütü de küresel yavaşlamayla birlikte ortaya çıkan korumacı baskılardaki yükselişle baş edemiyor.
Ticaretin serbestleşmesiyle ilgili çatışmalar, yakın zamanda ABD, Avrupa Birliği, Brezilya, Çin, Hindistan ve diğer yükselen ekonomileri karşı karşıya getirdi, zira her hükümet, çoğunlukla diğerlerinin aleyhine, kendi işçilerini ve sanayilerini korumaya bakıyor. Pek çok Avrupa ülkesinde yetkililer İrlanda’nın kurumlar vergisi oranının çok düşük olduğundan yakındılar ve geçen yıl İrlanda hükümetini ihtiyacı olan ama istemediği bir kurtarma paketini kabul etmeye zorladılar. Alman seçmenler, daha fakir Avrupa ülkelerini kurtarma gereğinden şikâyetçiler ve Güney Avrupa ülkelerinin vatandaşları, hükümetlerinin imkânlarının ötesinde harcama yapmaya devam etmekte isteksiz davranmasını eleştiriyorlar.
Geçen Kasım ayında Seul’de toplanan G-20 zirvesinden önce, Brezilyalı ve Hindistanlı yetkililer, Çin’in para biriminin değerini manipüle etmesinden şikâyetçi olan ABD’li ve Avrupalı yetkililer ile bu konuda görüş birliğine vardılar. Yine de, Amerikalılar sorunu forum sırasında gündeme getirdiğinde, Brezilya Maliye Bakanı, ABD’nin “parasal genişleme” politikasının bu adaletsiz uygulamaya neredeyse denk olduğundan yakındı ve Almanya Dışişleri Bakanı ABD politikasını “bilinçsiz” olarak niteledi.
Diğer zorlu ihtilaf konuları arasında, ABD ve Avrupa’da çiftçilere sağlanan sübvansiyonlar, fikri mülkiyet haklarının korunması, anti-damping önlemler ve telafi edici vergilerin konması yer alıyor. Ulusal varlık fonlarının davranışıyla ilgili kaygılar, bu fonlardan bazılarının Batılı şirketlerde, özellikle de ABD’de çoğunluk hissedarı olma imkânını kısıtladı. Ve Çin’in doğal kaynaklara uzun vadeli ve güvenilir erişim sağlama isteği–ki bu, Pekin’i Afrika, Latin Amerika ve diğer yükselen piyasalardan saldırgan bir şekilde hammadde satın almaya yöneltti– Washington’la arasındaki çatışmayı daha da şiddetlendiriyor.
Mal varlıkları üzerindeki ve finansal korumacılık da yükseliyor. Devlete ait bir Çin petrol şirketi 2005’te ABD enerji firması Unocal’i satın alma girişiminde bulundu, bundan bir yıl sonra da, yine devlete ait olan Dubai Ports World çeşitli ABD limanlarını işletmesine imkân verecek bir şirketi satın almaya çalıştı: İki girişim de Washington’da büyük bir siyasi tepki doğurdu. Bu, Avrupa ve Asya’daki benzer yatırım korumacılığı girişimlerinin sadece habercisiydi. Aslında, doğrudan yabancı yatırımlar için –örneğin, neyin “kritik altyapı” kapsamına girdiğini tanımlayan– çok az yerleşik uluslararası direktif bulunuyor ve bu, uluslararası arenada kısa vadede başarıyla ele alınması mümkün olmayan siyasi içerikli sorunların tipik bir örneğini oluşturuyor.
En önemli uluslararası çatışma, pekâlâ da, uluslararası bir ekonomik çöküşün bir daha asla yaşanmamasının nasıl sağlanacağına ilişkin tartışmalardan kaynaklanabilir. Gelecekte küresel parasal ve finansal istikrar, finansal sistemin düzenlenmesinde ve denetiminde çok daha büyük bir uluslararası koordinasyon gerektirecek. Düzenleyici politikalar ulusal olmaya devam ederken sermaye hareket ettiğinden, bu amaç için en nihayetinde global bir süper-düzenleyici bile gerekebilir. Ancak, bu konulardaki anlaşmazlıkların kökü çok derinlere dayanıyor. Pek çok gelişmekte olan ülke hükümeti, finansal şirketler için daha sıkı uluslararası kurallar oluşturmanın, bunları, tam da son krizi yaratmakla suçladıkları Batı ekonomilerinin finansal sistemlerine daha da sıkı bir şekilde bağlayacağından korkuyor. Dahası, finansal kuruluşları düzenleme ve denetim sisteminde nasıl reform yapılacağı konusunda ileri ekonomiler arasında bile önemli görüş ayrılıkları mevcut.
Küresel ticaret dengesizlikleri hâlâ çok büyük ve giderek daha da büyüyor. Bu durumda da sadece ABD ve Çin arasında değil, diğer yükselen ekonomiler arasında da kur savaşları riskini artırıyor. Bu tür anlaşmazlıklar ilk defa yaşanmıyor. Ancak küresel ekonominin hâlâ kırılgan olması, bunları çözüme kavuşturma gereğini daha da acil kılarken, yaşanan uluslararası liderlik boşluğu bunu çok zor bir hale getiriyor.
DOLARI KİM NE YAPSIN?
1990’ların sonundaki Asya mali krizi gibi, gelişen piyasalardaki daha önceki krizlerin ardından, bu ülkelerin politika yapıcıları, paralarının değerini düşük tutmaya, cari hesap fazlaları vermeye ve muazzam döviz rezervleri biriktirerek kur saldırılarına karşı kendilerini garantiye almaya odaklandılar. Bu strateji kısmen, borç verecek son merci olarak IMF’ye duyulan güvensizlikten kaynaklandı. ABD gibi açık veren ülkeler bu gibi rezerv birikimlerini, değeri düşük tutulan paraların değer kazanmasını önleyen bir ticari merkantilizm biçimi olarak görüyorlar. Yükselen piyasa ekonomileri ise, ABD’nin bütçe ve cari hesap açıklarının, rezerv biriktiren ülkelerin talep ettiği dolar varlıklarının büyümesine yardımcı olsa bile, sonunda ABD dolarının çökmesine neden olabileceğinden yakınıyorlar. Bu, rezerv para birimini basan ülkenin uluslararası likiditeyi sağlamak adına açıklar vermek zorunda kaldığında neler olduğunu anlatan (bu açıklar sonunda, istikrarlı bir uluslararası rezerv olarak o paranın değerini düşürür), Triffin ikilemi denen eski bir ekonomik gözlemi bir kez daha ortaya koyuyor.
Bu arada, ABD dolarına bulunabilecek alternatifler üzerine yapılan tartışmalarda –ki bunlara, Çin’in önerisi olan, Özel Çekme Haklarına (IMF’nin altın ve dolar rezervlerine ek olarak yarattığı, beş ulusal para biriminden oluşan bir sepete dayalı uluslararası rezerv varlığı) daha büyük bir rol verilmesi de dahil– hiçbir ilerleme kaydedilmiyor. Bu da bu büyük ölçüde, Washington’ın doların asli rolünü zayıflatacak herhangi bir girişimde çıkarının olmamasından kaynaklanıyor. Çin yuanı’nın pek yakında büyük bir rezerv para birimi olarak doların yerini alma olasılığı da zayıf. Zira yuan’ın bu duruma gelmesi için Pekin’in para biriminin değerini dalgalanmaya bırakması, sermaye girişleri ve çıkışları üzerindeki kontrolünü azaltması, iç sermaye piyasalarını serbestleştirmesi ve yuan cinsinden borçlar için piyasalar yaratması gerekmekte. Bunun ise, yakın vadede Çin’in siyasi ve ekonomik istikrarı için pek çok tehdit yaratacak uzun vadeli bir süreç olduğu açık.
Bunlara ilaveten, enerji üreticileri daha esnek bir enerji arzıyla fiyatlardaki oynaklığı istikrara kavuşturmayı amaçlayan politikalara karşı geliyorlar. Bu arada, net enerji ihracatçıları, özellikle de Rusya, komşu devletlere karşı ana dış politika silahı olarak gaz akışını durdurma tehditlerini kullanmaya devam ediyor. Net enerji tüketicileri ise fosil yakıtlara olan bağımlılıklarını azaltacak karbon vergileri gibi politikalara karşı direniyorlar. Hızla artan gıda ve diğer meta fiyatları da benzer gerilimler yaratıyor. Bu meseleler üzerindeki ihtilaflar, ekonomik kaygının yüksek olduğu ve tek bir ülke ya da ülkeler bloğunun bunların çözümüne yönelik tam anlamıyla uluslararası bir yaklaşımın hayata geçirilmesine yardımcı olacak nüfuza sahip olmadığı bir dönemde yaşanıyor.
1945’ten 1990’a kadar, küresel güç dengesi esas olarak, askeri kapasitedeki nispi farklılıklarla belirlendi. İki kutuplu bir uluslararası sistemde Sovyet bloğunun öne çıkmasını destekleyen faktörler, piyasayı harekete geçiren inovasyon ya da kültürel dinamizm değildi. Kaba askeri güçtü. Bugün, Çin ve diğer yükselen güçlerin tercihlerini ABD’nin geleceği açısından bu kadar kritik bir hale getiren, bu ülkelerin yetiştirdikleri asker ya da ellerinin altındaki silah sayısı değil, küresel ekonominin geleceğine dair sahip oldukları merkezi roldür.
G-Sıfır ikileminin özü budur. “Kolektif güvenlik” terimi, akla NATO’yu ve bu kuruluşun Avrupa çapında barış ve refah için taşıdığı önemi getiriyor. Ancak Euro bölgesi krizinin bariz bir şekilde gösterdiği gibi, küreselleşmiş bir ekonomide kolektif ekonomik güvenlik diye bir kavram yok. Avrupa’da faiz oranları bir zamanlar, Güney Avrupa ülkelerinin borçlarını ödememe riskine karşı bağışıklık sahibi oldukları, Doğu Avrupa ülkelerinin de Euro’ya geçmek için sıraya girdikleri varsayımı temelinde birbirine yaklaşmışken, bugün, günün birinde bütün Euro bölgesi girişimini çökertebilecek, sur içi bir salgın korkusu yaşanıyor.
Avrupa’nın ötesinde, ister ABD gibi piyasaya dayalı bir demokraside, ister Çin gibi otoriter kapitalist bir ülkede olsun, politikacıların öncelikle ve asıl endişesinin iç büyüme ve istihdam olması gerekiyor. Küresel ekonomiye destek verme arzuları ise açık arayla ikinci sırada geliyor. Artık bir Washington mutabakatı yok, ama hiçbir zaman bir Pekin mutabakatı da olmayacak, zira Çin usulü devlet kapitalizmi Çin’in kendine has gereksinimlerini karşılamak için tasarlanmış bir sistem ve dolayısıyla, Çin’in ihraç etme niyetinde olmadığı nadir ürünlerden biri.
Gerçekten de, her hükümet kendine has siyasi, ekonomik, coğrafi, kültürel ve tarihi şartlara uygun iç güvenlik ve refah sistemini kurmak için çalışmak zorunda olduğundan, devlet kapitalizmi, bunu uygulayan ülkenin kendisine özgü olması gereken bir sistem. G-20 bildirilerinde geçen “geçmişin hatalarından kaçınma” sözlerine rağmen, korumacılığın canlı ve zinde olmasının nedeni bu. Yeni bir uluslararası finansal yapı oluşturma sürecinin, herhangi bir güvenilir inşaat yönetmeliğine uygun bir yapı yaratma ihtimali bulunmamasının nedeni de bu. Ve G-Sıfır döneminin, yeni bir Bretton Woods’a benzeyen bir sistemden çok, uzun sürecek bir çatışma üretme olasılığı taşımasının da sebebi de bu.
|
Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir. |
|