Uluslararası sistem bir değişim içinde. İki kutuplu dünya düzeninin sonunu gördük, görünüşe göre tek kutupluluk da yavaş yavaş ortadan kalkıyor. “Jeopolitika” geri geldi, çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Bu durum ise daha değişken ve kırılgan bir uluslararası ortam yaratmaktadır. Dolayısıyla, uluslararası güvenlik alanındaki bir büyük oyuncu için en önemli görevlerden biri, güvenlik ortamının belirsizlik ve öngörülemezlikle tanımlandığı bu radikal değişim döneminde, her zamankinden daha karmaşık problemlerin üstesinden gelme konusunda katkıda bulunmaktır. Günümüzün güvenlik sorunları farklı biçimler ve ulusal, bölgesel ve küresel olmak suretiyle farklı düzeylerde ortaya çıkmaktadır. Bunlar çoğunlukla birbirleriyle ilintili vaziyettedir. Bazıları askeri yapıda, bazıları değil, çoğuysa karma özellik göstermektedir.
Büyük güçler arasında savaş çıkma olasılığı daha öncesinde hiç bu kadar düşük olmamıştı, ancak yine de, bu duruma alkış tutmak için pek az gerçek gerekçe bulunmaktadır. Terörizm, kitle imha silahlarının artışı ve dağıtım biçimleri, başarısız olmuş/olan devletler (failed/failing states) ve bölgesel çatışmalar, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, korsanlık, siber-terörizm ve balistik füzelerin artışı önlem alınması gereken gerçek tehdit unsurları olarak ortaya çıkıyorlar. Eskiden, tehditlerin sınırın öbür tarafında olduğu bir dünyada yaşıyorken, şimdi sınır tanımayan tehditlerle karşı karşıyayız. Güvenlik artık, enerji güvenliği, iklim değişikliği, çevresel bozulma, su kıtlıkları, kaynak yetersizliği, buzulların erimesi, fakirlik, bulaşıcı ve salgın hastalıklar ve hatta, bir parça genişletecek olursak, tüm kıtalarda insan topluluklarını etkileyen ekonomik gerileme gibi yeni unsurların söz konusu olduğu daha geniş bir yelpazeye ve içeriğe sahip. Güvenlik ortamı o kadar öngörülemez hale geldi ki, uzmanlar en fazla geçmişi analiz edebiliyor, bugünü değerlendirmeye yaklaşabiliyor ve geleceği değilse bile belki gelecekteki genel çerçeveyi öngörmeye çalışıyor. Yarını öngörmek tümüyle imkansız olmasa da, yerine getirilmesi oldukça zor bir emir haline geldi.
Hala sonlanmamış bir örnek olarak Arap Baharı’nı, ya da daha doğrusu Arap isyanını ele alalım. Geçen yılın olayları, dünyadaki bütün liderler için tam bir stratejik sürpriz oldu, özellikle de Mısır, Tunus ve Libya gibi, kendi ülkelerindeki durumu dikkatli bir biçimde değerlendiremeyen liderler için. 2011 yılı, Arap dünyasında kitlesel protestoların olduğu yıl olarak hatırlanacak. Her şey, polisin kötü muamelesine maruz kalmış bir çocuğun öfkelenerek kendini yakmasıyla kıvılcımlanan Tunus’taki mitinglerle başladı. Çocuk öldüğünde binlerce insan sokaklara döküldü, sonunda da uzun yıllardır başkanlık yapan Zine el-Abidin Ben Ali devrildi. Tunus’taki olayların verdiği cesaretle, Mısır’da da isyanlar baş gösterdi. Hüsnü Mübarek’in, Tahrir Meydanı’ndaki dirence boyun eğmesi gerçekten görülmeye değerdi. Libya’da Muammer Kaddafi, yönetimi bırakma çağrılarına kulak tıkadı. Bu ise, korkunç bir iç savaşa yol açtı. BM Güvenlik Konseyi’nin verdiği açık yetkiyle NATO müdahale etti, Birleşik Koruyucu Operasyonu’yla Kaddafi’nin, onursuz bir görüntüyle de olsa gitmesi nihayet sağlandı. Ancak Yemen, Ürdün ve Fas gibi ülkelerde, iktidar sahipleri, Batı standartlarından halen çok uzak olsa da, daha demokratik bir yaşam biçimini benimseyen reformları yapmaya hızlı bir şekilde karar verdiler. Öte yandan Arap Baharı en sert direnişle Suriye’de karşılaştı, göstericiler hala acımasızca bastırılmakta ve Beşar Esad rejimi tarafından öldürülmektedirler. Arap isyanları’nın Suriye bölümünün sonunu henüz görmedik. Ancak, uzun vadede Esad’ın, şu anki akıldışı yolda gitmeyi sürdürdüğü takdirde fazla şansı olmayacaktır.
Dikkatler hala Arap Baharı’nın yarattığı bu stratejik sürprize yoğunlaşmışken, başka yerlerde hiç de önemsiz olmayan başka meseleler varlıklarını sürdürüyor, bu da uluslararası güvenlik kaygılarının doğmasına yol açıyor. Amerikan askerleri Irak’tan çekildiler ve arkalarında çok da güven telkin edici ve istikrarlı bir ortam bırakmadılar. Irak başarılı bir devlet olarak kendi ayakları üstünde durabilecek mi, yoksa bir bataklığa mı çekilecek, bunu da bize ancak tarih gösterecek. Afganistan’daki görünüm de hala iç karartıcı. Amerika ve NATO önderliğinde yapılmış müdahalenin üzerinden neredeyse on yıl geçtikten sonra Afgan güvenlik güçleri, bölgede nihayet bir dizi güvenlik sorumluluğunu devralabildi. Bu sürecin tamamlanması ve NATO güçlerinin çekilmeye başlaması için 2014 yılı hedeflendi. Güvenlik alanında Afgan Ulusal Güvenlik Güçleri (ANSF) en zorlu alanlarda ortak harekatların yönetimini giderek artan bir şekilde üstlenmeye başladı. 2011’in sonunda ANSF 300,000 kişiye ulaştı ve özellikle Afganistan’daki NATO Eğitim Misyonu (NTM-A) sayesinde kalite olarak da daha iyiye gidiyor. ANSF’nin büyümesi ve gelişimi, ISAF misyonunun özünü oluşturmakla birlikte sürdürülebilir bir geçiş için elzem niteliğinde. Ancak, henüz Afganistan’daki bu devasa ortak çabanın, güvenlik ya da bu ülkede özellikle çok zayıf olan insani gelişme açısından sürdürülebilir bir ilerlemenin önünü açıp açmayacağını söylemek pek mümkün değil ve bu da oldukça rahatsız edici bir durum yaratıyor. Afganistan’da Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ISAF’a katkıda bulunan Müttefikler ve Ortak Ülkeler, Lizbon’daki NATO zirvesinde, daha geniş bir Afgan güvenlik sorumluluğuna sürdürülebilir bir geçiş için net bir vizyonda anlaştılar. Bu karar, NATO’yla Afganistan arasında, NATO’nun bu ülkeye olan uzun vadeli desteğini ortaya koyan bir ortaklık anlaşmasının imzalanmasıyla desteklendi.
NATO’nun Afganistan’la uzun vadeli ortaklığı ve geçiş süreci birbiriyle bağlantılıdır. Geçiş sayesinde NATO, Afgan halkına kalıcı ve adil bir barış inşa etmede daha çok yardım edebilecek, bu da ISAF güvenlik misyonunu tamamlayan ve onun ötesine geçen güçlü, kalıcı bir ortaklığın önünü açacaktır.
Uluslararası güvenlik ortamının uzun süredir devam eden sorunlarından biri de nükleer silahlanmadır. Resmi olarak kayıtlı nükleer güçlerin ve kayıtlı olmayan İsrail’in dışında iki yeni nükleer devlet bulunmaktadır: Pakistan ve Kuzey Kore. Bu iki ülkenin istikrardan çok uzak olduğu gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda, bu nükleer boyut haklı olarak büyük kaygı yaratmaktadır. Bunun dışında bir de İran’ın yükselen nükleer güç olması meselesi de ortaya çıkmıştır. Yanlış yolda gittiği konusunda bu ülkenin nasıl ikna edileceği hakkında büyük güçler arasında ciddi bir anlaşmazlık olduğu görülmektedir. İsrail’le İran arasında nükleer bir çatışmanın çıkmak üzere olduğu yönündeki söylentiler, pek çok başkentte alarm zilleri çaldırmıştır. Bu duruma karşılık olarak, uluslararası ve bölgesel yeni gruplaşmalar, güvenlik, ekonomi ve ticaret ilişkileri açısından kaçınılmaz olarak büyük bir etki yaratacak başka bir olağanüstü süreç devam etmektedir. Yaşamın her alanında küresel ağırlık merkezi, şaşırtıcı bir hızda doğuya kaymaktadır. Avrupa Birliği bugüne kadar karşılaştığı en sancılı ekonomik kriz ile boğuşmaktadır. Bir birlik olmayı sürdürüp sürdüremeyeceğine ve tarihin bu acı bölümünü geride bırakıp bırakamayacağına dair soru işaretleri mevcuttur. Başta Almanya olmak üzere birkaç ülke dışında, birlik, bir zamanların o dinamik ekonomik gücü olmaktan artık çok uzaktır. Demografik ve ekonomik dinamizmin bayrağı, artık bizim bildiğimiz “Batı”nın elinde değildir. Bundan birkaç onyıl sonra bu terimi kullanmak bile büyük olasılıkla yersiz olacaktır. Madalyonun öteki yüzünde, Türkiye, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi “yükselen ekonomiler” neredeyse “yükseldiler”, her geçen gün ekonomik ve dolayısıyla politik-stratejik önem ve güç kazanıyorlar.
Bu gelişmeler ışığında NATO nerede yer alıyor? İlginçtir ki, İttifak, yaklaşmakta olan Arap Baharı olaylarına, göreceli olarak bilinmeyen durumlar da dahil olmak üzere, stratejik olarak hazırlanmıştı. Yeni Stratejik Konsept’in kabul edilmesi için de bundan daha iyi bir zaman olamazdı. Devlet ve Hükümet Başkanları Kasım 2010’da bu belgeyi kabul ettiklerinde, yaklaşık bir ay sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devasa depremlerin olacağına dair en ufak bir fikirleri yoktu.
NATO’nun müthiş bir meziyeti mevcut: önemini nasıl sürdüreceğini biliyor. Elbette bu onun temel amacı değil. İttifak, onu oluşturan parçaların, yani 28 müttefikin toplamından meydana geliyor. Bu ülkeler, NATO’nun bugüne kadar olduğu gibi öngörülebilir gelecekte de, çalkantılı bir ortamda küresel güven ve istikrar sağlamaya yönelik altın bir araç olduğunun son derece farkındalar. NATO, paylaşılan değerler ve ilkeler temelinde, güvenlik ve savunma konularındaki en temel Avrupa-Atlantik istişare platformu olmayı sürdürüyor. Güvenlik ortamı evrimini sürdürdükçe, NATO da evriliyor. Yeni sorunlar karşısında İttifak, Soğuk Savaş’ın sonunda köklü bir dönüşüm sürecinden geçmişti. NATO’nun dönüşüm sürecinin iç ve dış adaptasyon olmak üzere iki temel yönü bulunmaktadır. İç adaptasyon, NATO’nun araçlarının ve becerilerinin, yeni güvenlik ortamının gereklerine uyum sağlayacak şekilde değişimini sağlarken, dış adaptasyon Avrupa-Atlantik Bölgesi ve ötesindeki diğer ülkelerle geniş çaplı ortaklıklar, işbirliği ve diyalog kurmayı teşvik ediyor. Devamlılığı sağlanmış bu iç ve dış adaptasyon süreçleri, NATO’nun tarihteki en başarılı savunma ittifakı olmasını sağlamıştır.
Önümüzdeki yıllarda NATO’nun gündemine damgasını vuracak bazı önemli konular bulunmaktadır. Bunlar yeni Stratejik Konsept’te gayet iyi tanımlanmıştır. Konsept, stratejik fırsatlar ve meydan okumaların bir derlemesi gibi okunabilir. Süphesiz, bu fırsatları ve meydan okumaları ayırt etmek kolay değildir. NATO’nun fırsatları aslında kolaylıkla meydan okumalar haline dönüşebilir. Benzer şekilde, eğer iyi yönetilirlerse , meydan okumalar birer fırsat haline de gelebilir. Lizbon Zirvesi bir kez daha gösterdi ki Müttefikler, 2010’da nerede konumlandıklarını, ne tür bir güvenlik atmosferini soluyacaklarını, önümüzdeki yıllarda toplu savunma ve giderek artan biçimde toplu güvenlik için ne tür spesifik sorunlar üzerinde çalışmaları gerektiğini çok iyi anlamış durumdalar.
Aslında NATO, genel uluslararası güvenlik haritasını okuyabilme becerisinin yanı sıra, sağlam bir oyun planının olduğunu da bir kez daha gösterdi. Yalnızca askeri anlamda bile İttifak, Stratejik Konsept aracılığıyla önümüzdeki on yılın “operasyon planı”nı belirlemiş oldu. Bu kendi içinde takdir edilmesi gereken bir başarıdır. Geleceğe dair özgüven, fırsatların en büyüğünü sunuyor; NATO’daki Müttefikler nezdinde de bu özgüven mevcuttur. İttifak’ın Libya’daki hızlı müdahalesi, bunun yalnızca sözde kalmadığını, eyleme de döküldüğünü göstermektedir.
Stratejik Konsept, elbette Müttefikler arasında bir amaç birliği oluşturmaya yönelik bir bildiridir. Ancak bu amaç birliği konusu, son yirmi yılda olduğu gibi gelecekte de sık sık gündeme gelecektir. Stratejik Konsept bir uzlaşı belgesi niteliğindedir. Amaç birliği konusunda güçlü ifadeler içerirken zaman zaman da gelecek için farklı vizyonların uzlaşısına dönüşmektedir. Anahtar belgelerdeki bariz ifadelere rağmen tehdit algısının Müttefikler arasında önemli ölçüde farklılık gösterdiğini ve göstermeyi sürdüreceğini hepimiz biliyoruz. Sovyetler Birliği’nden gelen tehdit açık ve gayet netti. Bunun bir süredir öyle olmadığı ise aşikar. Örneğin Stratejik Konsept, terörizmi ortak bir tehdit olarak adlandırmaktadır. Bu doğru, ancak terorizm farklı başkentlerde, farklı tonlarda alarm zilleri çaldırtıyor. Benzer şekilde, herkes kitle imha silahlarının gelecekte artmasıyla ilgili tehdidi aynı düzeyde ya da yoğunlukta algılamıyor. Bu nedenle 28 farklı tehdit algısı olan 28 egemen ülkenin, özellikle de görülür ve elle tutulur bir amacın yokluğunda, bir İttifak olarak aynı amaca odaklanmasını sağlamak oldukça zor olacaktır. Yine de bu durum kötü bir şey olmak zorunda değil. Tüm günümüz sorunlarına rağmen, artık topyekun savaşlara şahit olmadığımız ve dünyadaki demokrasilerin sayısı çoğaldığı için dünyanın daha güvenli bir yer haline gelmeye başladığını söyleyebiliriz. İki demokrasinin birbiriyle savaşması, bugüne kadar hala hiç görülmemiş bir olaydır.
Dile getirilmesi gereken bir başka meydan okuma da, kabaca söylemek gerekirse, genel anlamda paranın olmamasıdır. Bu durum, savunma kapasitelerini ve dolayısıyla ülkelerin hem bireysel, hem de toplu olarak uzaktan güvenlik sağlama konusundaki becerilerini büyük ölçüde etkilemektedir. Avrupa ekonomileri devasa bir borç ve bütçe açığı batağındadırlar. Büyümemekle birlikte öngörülebilir gelecek için içinde bulundukları durum hiç de parlak gözükmemektedir. Özellikle de herkese yönelik tek ve genel bir tehdidin yokluğunda, bu durumun kısa sürede düzeleceğini beklemek ne mantıklı, ne de gerçekçidir. Savunma bütçeleri daralmayı sürdürecektir. Siyasi liderler sağlık, eğitim, adalet gibi insani gelişimin ana konularına ve genel anlamda gelişmeye açıkça öncelik vermek zorunda kalacaklardır. Bunlar savunmadan ve özellikle bir bilinmeyene karşı savunmadan daha öncelikli olmayı sürdürecektir.
Bu problemin sihirli ve hızlı bir çözümü bulunmuyor. Yalnızca hayata geçmesi zaman alacak ve sancılı çabalar gerektirecek bazı fikirler ve iyi dilekler mevcut. Müttefikler en azından kavramsal olarak bugünkü eğilimin olumsuz etkilerini hafifletmek için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu toplu çabanın yeni anahtar terimi Akıllı Savunma’dır (Smart Defence). İlk olarak NATO Genel Sekreteri Rasmussen tarafından 2010’da gerçekleştirilen yıllık Münih Güvenlik Konferansı’nda dile getirilen Akıllı Savunma; savunma becerilerinin geliştirilmesinde çok uluslu işbirliği, sınırlı kaynakların daha iyi önceliklendirilmesi ve özellikle bütün askeri becerileri edinmekte zorlanacak ya da bunu yapamayacak küçük ve orta boy ülkeler için kapasite geliştirmede uzmanlaşmaya gidilmesi konularına ağırlık vermektedir. Bu girişimin ilk sonuçlarının, Mayıs 2012’deki Chicago Zirvesi sonrasında ortaya çıkması öngörülmektedir. Hâlihazırda yüklü miktarda bürokratik çalışma sürdürülmektedir. Yine de genel kanı, Akıllı Savunma’dan, tüm savunma bütçe kısıntılarının çaresi olmasını beklememek olduğu yönündedir. NATO’nun ortak finansman aracılığıyla yapması gereken çok daha fazla şey bulunmaktadır. NATO’nun hem paha biçilmez bir güvenlik sağlayıcısı olması gerekliliği, hem de bunun için zayıf ve yetersiz finansman sağlanması kabul edilemez. NATO’yu oluşturan 28 ülke, toplam savunma bütçelerinin %0,5’inden azını İttifak’ın ortak finansmanına ayırmaktadırlar. Akıllı Savunma böyle bir anormalliği hiçbir zaman düzeltemez.
Finansman konusuyla yakından ilintili rahatsız edici ve aynı zamanda korkutucu bir gerçek de, ABD ile Avrupalı Müttefikler arasındaki, askeri beceriler ve savunma bütçesi hacmi açısından mevcut olan olan uçurumun endişe verici bir hızla büyüyor olmasıdır. NATO’nun en son operasyonundan öğrenilen ana derslerden biri, aslında Kosova Savaşı’ndan beri hiçbir şekilde öğrenilmemiş bir derstir: Avrupalılar, ABD’nin askeri becerileri ile yarışacak ne isteğe, ne de finansmana sahiptirler. Libya’da bu bir kez daha tüm çıplaklığıyla meydana çıkmıştır: askeri müdahaleyi bizzat savunan Avrupalı güçler, en azından hassas güdümlü silahlar ve yer kontrol imkanları gibi, gelişmiş bir askeri operasyon yürütmekte kritik önemi olan belirli bazı ABD kaynakları için yalvarmak zorunda kalmışlardır.
Fırsatlarla devam edelim: bunlardan biri, şüphesiz, orada burada süregelen bazı aksaklıklara rağmen Avrupa’da yaşanmakta olan benzeri görülmemiş barış ve istikrar ortamıdır. NATO, 1999 yılında bir önceki Stratejk Konsept’ini kabul ettiğinde resim bu kadar tozpembe değildi. Bu yeni gerçek sayesinde NATO, sınırları çevresinde ve ötesinde kriz yönetimine ve işbirliğine dayalı güvenliğe daha fazla odaklanabilmektedir. Yeni Stratejik Konsept de bunu gayet iyi yansıtmaktadır. Toplu savunmaya yapılan vurgu hala mevcuttur ve bunun sabit kalması da gerekmektedir. Yine de artık, kaynaklar sınırlı bile olsa, kendi kapımızın önünden uzak olan ama pekala etkisi bizde de hissedilebilecek ortak güvenlik meseleleriyle uğraşma lüksümüz bulunmaktadır.
Yaklaşık on yıllık bir zaman zarfında NATO, mutlak bir ortak savunma teşkilatı olmaktan çıkıp, ana görevleri arasına kriz müdahele operasyonlarını ve ortak güvenliği kararlı bir biçimde katan bir teşkilat haline dönüşmüştür. Kapsamlı Yaklaşım (Comprehensive Approach) adlı yeni konsept, NATO’nun gelecekte etkin operasyonları başarı ile yürütmesi ve dünya çapında ülkeler ve uluslararası barış ve güvenliğin çeşitli yönleriyle ilgilenen önemli uluslararası organizasyonlar gibi başka aktörler ile işbirliği yapması açısından kritik bir öneme sahiptir. Kapsamlı Yaklaşım, çok sayıda aktörden oluşan askeri ve sivil varlıklar da dahil olmak üzere, özellikle kriz müdahale operasyonları bağlamında daha sofistike eylemleri gerekli kılmaktadır. Karmaşık sorunların bir o kadar karmaşık çareler gerektirdiği konusunda açık bir fikir birliği mevcuttur. Bu açıdan yeni Stratejik Konsept, NATO’nun tek başına ne yapabileceği ve neye hazır olduğunu ortaya koymakla birlikte, diğer aktörlerin de faaliyetlerini NATO’yla eşgüdümlü hale getirerek, güvenliği ve istikrarı yayma konusunda aynı kararlılığı göstermesini ve katkıda bulunmasını öngörmektedir. Ayrıca NATO’nun ne yapmaması gerektiğini de belirtmiştir. Özellikle de güvenlik ve gelişmenin yakın ilişkide olduğu çatışma sonrası senaryolarda, bu durumları birbirinden ayıran çizgi bazen net değildir. Yine de NATO, özellikle sivil beceriler elde etmekte ya da bireysel bazı Müttefiklerin envanterinde mevcut olan bu tür becerileri kullanmakta fazla muhafazakar davranmamalıdır. Sivil becerileri kullanmaya yönelik yeni NATO perspektifi gerçekten iyi bir fırsattır. NATO sert güç (Hard Power) ile tanınmaktadır. Ancak operasyonlarla geçen yirmi yıllık deneyimin sonucunda bunun tek başına yeterli olmadığını da biliyoruz; NATO’nun, gerektiğinde tek başına hareket edebilmesini sağlayacak temel sivil becerileri doğru düzeyde geliştirip diğer aktörlerle eşgüdümlü ve çok daha nitelikli bir yaklaşım geliştirmeye karar vermiş olması da iyi bir gelişmedir.
NATO’nun ortaklıkları da yeni Stratejik Konsept vizyonunun ayrılmaz bir parçasıdır. Son yirmi yıldır bu ortaklıklar zaten gelişerek ilgili herkes için önemli bir güvenlik sağlama imkanı haline dönüşmektedir. Yeni Stratejik Konsept bunu daha da güçlü olarak vurgulamaktadır. Ortaklıklar yalnızca NATO operasyonlarına ortakların yapacağı katkı açısından görülmemelidir. Bundan çok daha fazlasıdır, zaten öyle de olmalıdır. Elbette ortaklarla bu denli yakın bir ilişkiye girildiğinde, onları, örneğin Afganistan’da olduğu gibi, temel kararlara dahil etmek gerekecektir. NATO’nun ortaklarına karşı şimdiden çok kapsayıcı ve şeffaf bir yaklaşım içine girdiğini söylemeye gerek yoktur; bir karşılaştırma yapmak gerekirse, yıllardır birlikte çalıştığı ortaklarıyla geliştirdiği ilerici çalışma kültürü ve karar alma mekanizmasında ortaklarına daha da fazla yer verme konusunda yararlandığı kesintisiz geribildirim süreci açısından bakıldığında, AB’nin herhalde bir ışık yılı ilerisinde olduğu söylenebilir.
NATO’nun ortaklıkları esnek olmalı ve her ortağın, her durumun özel gereklerine uygun olarak da biçimlendirilebilmelidir. Ortaklık konusunun başlıca gündem maddelerinden biri olacağı bilinen NATO Chicago Zirvesi öncesinde bu konuda önemli çalışmalar yapılacaktır. Arap Baharı’nın doruğunda, Müttefikler arasında NATO’nun özellikle bölgedeki ülkelere, Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi gibi uzun süredir var olan formatların yanı sıra, her duruma göre belirlenecek diyalog ihtiyacına cevap veren esnek formatlar aracılığıyla elini daha çok uzatması gerektiği konusunda bir fikir birliği mevcutken bu çalışmaların yapılması özellikle önemlidir.
Önümüzdeki on yılı belirleyecek gelişmelerden biri de füze savunması meselesidir. Lizbon Zirvesi’nde Devlet ve Hükümet Başkanları, güçlü bir NATO Füze Savunması Sistemi’nin geliştirilmesi konusunda tarihi bir karar aldı. Bu siyasi karar, İttifak’ın Yeni Stratejik Konsept ışığında 21. yüzyılın riskleri ve meydan okumalarıyla başetmek amacıyla politikalarını ve güçlerini yeniden uyarlayacağı sırada, önemli bir unsur olacaktır.
NATO üyesi bütün Avrupa nüfusunu, bölgelerini ve güçlerini koruyacak bir füze savunma sistemi için çalışmanın, hem İttifak içinde, hem de dışında muhtemelen çok geniş kapsamlı ve çok boyutlu stratejik ve siyasi sonuçları olacaktır. Bu doğrultuda, füze savunma sistemi, jenerik güvenlik etmenlerine dayandırılan bir beceri mahiyetinde olmalıdır. NATO’nun geliştirdiği askeri beceriler, Müttefiklerin kabul ettiği tehdit değerlendirmeleri ve acil durum planlamasına rağmen genelde jenerik bir yapıda olmaktadır. Füze savunması da bunun istisnası olmamalıdır. Birkaç ülkeyi “asıl tehdit” olarak belirlemek hiç de akıllıca olmaz. Balistik füzelerin artışının önemli bir tehdit oluşturduğu ve ele alınması gerektiği doğrudur. Bu da tam NATO’nun yapmaya karar verdiği şeydir. Ama “isim vererek suçlama”nın yaratacağı kısır döngüden uzak durmayı sürdürmesi şarttır. Siyaseten doğruluk, uluslararası ilişkilerde hala değerli bir erdemdir. İttifak savunmasını uzun vadeli bir proje olarak güçlendirmeyi hedeflerken bu sistem aynı zamanda İttifak nezdinde ortak bir güvenlik algısına, bölgesel barış ve istikrara katkıda bulunma potansiyeline de sahiptir. Şüphesiz, NATO füze savunma sisteminden doğacak riskler ve sorumluluklar konusu da dikkatli bir şekilde incelenmelidir. Toplu savunma ve güvenlik açısından söz konusu olacak bu riskler, yükümlülükler ve aynı zamanda faydalar, İttifak dayanışması ve güvenliğin bölünmezliği ilkesini gözeterek eşitlikçi bir biçimde paylaşılmalıdır.
NATO aynı zamanda İttifak’ın önemli bir ortağı olan Rusya’yla bu alanda işbirliği arayışlarını da sürdürmelidir. Ancak Rusya da bir NATO Müttefiki olmadığını ve bu nedenle de tam olarak bütünleştirilmiş bir NATO-Rusya ortak füze savunma sisteminin pek çok nedenden ötürü mümkün görünmediğini kabul etmek zorundadır. Rusya’nın yasal ve teknik garantiler konusunda ısrar etmesi yalnızca ilişkileri zedelemeye neden olacaktır.
Bu noktada Türkiye bir kez daha benzersiz bir konuma sahiptir. Böyle bir konumda olan başka bir Müttefik yoktur. Hem Rusya’yla, hem de İran’la komşu ve ikisiyle de dev ticaret hacimleri dahil olmak üzere yakın ilişkiler içindedir. Bu nedenle özellikle de NATO füze savunma sisteminin bir parçası olarak erken uyarı radarının topraklarında konuşlanmasını kabul ettiği bir sırada, Türkiye’nin füze savunması konusunda temkinli ve akıllı olmaya çağrı yapması son derece normaldir.
Türkiye yukarıda çizilen genel tablonun neresindedir? “Eski” ve “yeni” diye gruplanan zorlukların tam merkezinde yer almaktadır. Dahası, Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz havzası ve Ortadoğu gibi stratejik açıdan önemli bölgelerin de bir parçasıdır. Bunlar aynı zamanda Türkiye’nin güçlü tarihsel, kültürel ve ekonomik bağlarının olduğu bölgelerdir. Bu da Türkiye’ye benzersiz bir sorumluluk ve hem tek başına, hem de bir NATO müttefiki olarak etkili olma konusunda 360 derecelik bir fırsat ufku sunmaktadır.
Türkiye’nin, mevcut zorluklarla başa çıkmada, merkezi konumu nedeniyle kritik bir oyuncu olduğu açıktır. Türkiye bu nedenle, çatışmaları engellemek ve bölgesel barışın ve istikrarın korunmasına katkıda bulunmak için proaktif bir dış politika sürdürmektedir. Türk dış politikasının amacı, Balkanlardan Kafkaslara, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya uzanan ve sürekli genişleyen bir refah, istikrar ve güvenlik alanı yaratılmasına katkıda bulunmaktır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikalarına diyalog, işbirliği ve çok taraflılık hakim olmuştur. Bugünkü değişiklik, Türkiye’nin bu politikaları takip ederken izlediği dinamik ve etkileşimli yoldan kaynaklanmaktadır.
İleri demokrasiler topluluğunun bir üyesi olarak Türkiye, komşularıyla ve genel olarak bölgeyle uzun bir geçmişe dayanan derin bağlara sahiptir.
Türkiye, yeni ve evrilen meydan okumalara cevap verme konusunda bugün geçerli olan şartların tümüyle farkında olarak, kapsamlı bir güvenlik politikası izlemektedir. Avrupa-Atlantik güvenliğinin dünyanın başka köşelerine güvenlik sağlayarak güvence altına alınabileceği anlayışıyla, bölgesel politikalarını “herkes için güvenlik”, “siyasi diyalog”, “ekonomik açıdan karşılıklı bağımlılık” ve “kültürel uyum ve karşılıklı saygı” ilkelerine dayandırmaktadır. Bu açıdan Türkiye, başka bölgelerle stratejik ilişkiler ve ortaklıklar kurmayı sürdürmektedir. Türkiye, uluslararası organizasyonlara ya da küresel ve bölgesel düzeyde başka oluşumlara üyelikleri aracılığı ile daha fazla güvenlik ve istikrar arayışı içerisindedir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin Kapsamlı Yaklaşım konseptini çok önceden benimsemiş olduğu söylenebilir. Türkiye’nin dış politikasnını geniş ve barışçıl bir yelpazesi bulunmaktadır; bunların arasında ihtiyacı olanlara insani yardım ve destek vermek, barış operasyonlarına katılmak ve çatışmaların çözümüne katkıda bulunmak, çatışma sonrası uzlaşma ve yeniden inşa çabalarında yer almak eş zamanlı olarak bulunmaktadır. Askeri alanda da Türkiye BM, NATO, AB ve AGİT’in yetkilendirmesi ve koruması altında gerçekleştirilen çok sayıda barış operasyonuna katkıda bulunmaktadır. Bunlar Türkiye’nin, kendi komşularını çok aşan, Somali’den Doğu Timor’a, Kosova’dan Lübnan’a ve Bosna-Hersek’e uzanan bir coğrafi alanda istikrar unsuru olarak rolünü vurgulamaktadır. Bu tür barış operasyonlarına katılan toplam Türk askerinin sayısı 10.000’i aşmış durumdadır.
NATO, Türkiye’nin uluslararası güvenlik işlerine yaklaşımında önemli bir yer tutmaktadır. Bunun da haklı nedenleri mevcuttur. NATO, transatlantik güvenlik meseleleri için çok gerekli bir forum niteliğindedir. Bu da yeni Stratejik Konsept’te bir kez daha vurgulanmıştır. NATO üyesi olduğu son 58 yılda Türkiye yalnızca NATO’nun güvenlik şemsiyesinden yararlanmakla kalmamış, Müttefiklerin güvenliğine ve NATO’nun Avrupa-Atlantik coğrafyası ve ötesine güvenlik sunma çabalarına da çok büyük katkılarda bulunmuştur.
SONUÇ
NATO günümüz koşullarına uyum sağlayabilmek için kapsamlı bir dönüşüm süreci başlatmıştır. Yeni Stratejik Konsept, NATO’nun bugün ortaya çıkan güncel güvenlik meselelerine cevap verebilme konusunda önemini ve becerisini koruma kararlılığının bir göstergesidir. İttifak, daha geniş kapsamlı Avrupa-Atlantik coğrafyasında, Orta Asya’dan Körfez bölgesine ve Akdeniz’e güvenlik ve istikrar sağlayan bir teşkilat olarak değerini kanıtlamış durumdadır. Altı farklı bölgede bugüne dek görülmemiş bir tempoda çalışıyor: Afganistan’da istikrarı, Kosova’da barışı koruyor, Akdeniz’de anti-terör misyonuyla devriye geziyor, Irak birliklerini eğitiyor, Afrika Birliği’ni destekliyor, Somali Yarımadası açıklarında korsanlarla savaşıyor ve tüm dünyada geniş ve güçlü bir ortaklık ağı geliştiriyor. Avrupa-Atlantik bölgesi ve ötesinde uzun ömürlü barış, Türkiye’nin sadakatle katkıda bulunmayı sürdüreceği ortak hedefimizdir. Kuruluşundan 61 yıl sonra NATO, tarihin en başarılı siyasil-askeri ittifakı olarak değerini kanıtlamış durumdadır.
NATO, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi değerlere sahip çıkan bir topluluk olmayı sürdürmektedir. Güvenliğin bölünmezliği, dayanışma ve birlik ilkelerini temel alan kurum, karşılaştığı zorlukları aşmak için çaba harcamayı ve altmış yılı aşkın bir süredir yaptığı gibi yalnızca bir “coğrafi terim” olmadığını kanıtlamayı sürdürecektir.