GİF olarak, İnternet Sitesi’nin sağlanması ve bilgi toplumu hizmetlerinin sunulması için zorunlu çerezler kullanmaktayız. GİF tarafından kullanılan çerezlerin türü ve kullanım amaçlarına ilişkin detaylı bilgiler için Çerez Aydınlatma Metni’ni inceleyebilirsiniz.
X

Düşündürenler

 

Umut Söyleminden Gözüpek Politikaya - Zbigniew Brzezinski

Obama’nın Dış Politikası Üzerine Bir Değerlendirme


ABD Başkanı Barack Obama’nın dış politikasını iki ayrı bölümde değerlendirmek yararlı olacaktır. Biri amaçları ve karar alma sistemi, diğeri ise politikaları ve bunları uygulaması. İlki hakkında daha kesin yargılarda bulunmak mümkün, ancak ikincisi henüz oluşum halinde.

Obama’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaya bakışını yeniden tanımlama ve ülkeyi, şekillenmekte olan yirmibirinci yüzyılın tarihsel bağlamıyla yeniden ilişkilendirme yönünde oldukça iddialı bir işe girişmiş olması övgüyü hak ediyor. Obama, bu konuda gerçekten büyük bir başarı gösterdi. Bir yıldan az bir sürede bir dizi önemli jeopolitik konuda ABD dış politikasına egemen olan yerleşik bakış açılarında kapsamlı bir dönüşüm gerçekleştirerek yeni bir anlayış getirdi. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • İslam düşmanımız değildir, ve “teröre karşı küresel savaş” ABD’nin dünyada oynadığı mevcut rolü tarif etmemektedir.
  • İsrail ile Filistin arasında kalıcı bir barışa ulaşma konusunda ABD adil ve sözünü dinleten bir arabulucu olmalıdır.
  • ABD, İran’ın nükleer programı ve diğer konularda bu ülkeyle ciddi müzakereler yürütmelidir.
  • Afganistan’ın Taliban kontrolündeki bölgelerinde yürütülen ayaklanma karşıtı harekatı, salt askeri değil, daha geniş kapsamlı bir siyasi girişimin bir parçası olmalıdır.
  • ABD, Latin Amerika’nın kültürel ve tarihi hassasiyetlerine saygı göstermeli, Küba ile ilişkileri geliştirmelidir.
  • ABD, nükleer silahlarını önemli ölçüde azaltma taahhüdünü yerine getirme çalışmalarına hız vermeli ve nihai olarak nükleer silahlardan arınmış bir dünya hedefini benimsemelidir.
  • ABD, Çin’i global sorunların üstesinde gelmede, yalnızca ekonomik değil, jeopolitik bir ortak da olarak görülmelidir.
  • ABD-Rusya ilişkilerinin geliştirilmesi her iki tarafın da yararınadır; ancak bu, Soğuk Savaş sonrası jeopolitik gerçekleri yok sayarak değil, bu gerçekleri kabul ederek yapılmalıdır.
  • ABD, gerçekten eşit bir Transatlantik ortaklığa daha derin bir anlam kazandırmalı, bunu özellikle son birkaç yılda yaşanan tahrip edici tartışmaların yol açtığı kopukluğu onarmak için yapmalıdır.

    Bütün bunlar için Obama gerçekten de Nobel Barış Ödülü’nü hak etti. Genel olarak bakıldığında ABD Başkanı stratejik yön belirleme konusunda gerçek bir yetenek sergiledi, ve günümüz dünyasının gerçeklerini, bu koşullarda ABD’nin nasıl bir rol oynaması gerektiğini gayet iyi kavradı. Bu konulardaki yaklaşımı, ister kendi kişisel tarihinin, ister araştırmalarının, ister sezgisel tarih anlayışının birer yan ürünü olsun, sonuçta stratejik ve tarihsel olarak iç tutarlılığa sahip bir dünya görüşünü oluşturuyor. Yeni Başkan’ın, insanlığın karşı karşıya olduğu ve ABD’nin şimdiye kadar ilgisiz kaldığı hayati önemdeki toplumsal ve çevresel sorunları gündemine aldığını da bunlara eklemek gerekiyor. Ancak, okumakta olduğunuz değerlendirme, Barack Obama’nın en acil jeopolitik sorunlar karşısında ne yaptığı üzerinde odaklanmayı amaçlıyor.

    BEYAZ SARAY LİDERİNİ BEKLEYEN ZORLUKLAR
    Obama’nın genel bakış açısı, Beyaz Saray’ı merkez alan dış politika kurmaylarının mevcut üslubunu belirlemekte. Fikir arayışlarında ve gayriresmi strateji oluşturma çalışmalarında Obama, Başkan Yardımcısı Joe Biden’in dış ilişkiler alanındaki geniş deneyiminden yararlanıyor. Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones, Başkan’ın stratejik bakışını politikaya dönüştürme çalışmalarını koordine ediyor; aynı zamanda tarihin en kalabalık Ulusal Güvenlik Konseyi’ni (UGK) yönetme görevi de onun üzerinde. 200’ün üzerinde çalışanıyla Obama’nın Ulusal Güvenlik Konseyi’nin üye sayısı, Richard Nixon, Jimmy Carter ve George H.W. Bush dönemlerindekilerin dört katı, John F. Kennedy’ dönemindekinin de 10 katından daha fazla. Savunma Bakanı Robert Gates’in ulusal güvenlik stratejisi üzerindeki etkisi sürekli olarak artmakta. Gates’in öncelikli görevi süregelen iki savaşı başarılı bir şekilde sona erdirmek olsa da, İran ve Rusya ile ilgili konularda da etkisi hissediliyor. Dış politika alanındaki kararlarda sözü geçen bir başka kişi de, ABD’nin en tepedeki diplomatı olan, Obama’nın önem verdiği ve güvendiği Dışişleri Bakanı Hillary Clinton. Onun esas ilgilendiği alan ise, yakın geçmişin jeopolitik sorunlarından çok, giderek daha da aciliyet kazanan yeni yüzyılın küresel sorunları.

    Kadroda, dış ve iç politika arasındaki hassas bağlantıları yakından izleyen ve aynı zamanda karar alma süreçlerinde de söz sahibi olan Obama’nın iki güvenilir siyasi danışmanı David Axelrod ve Rahm Emanuel yer alıyor. (Örneğin, Başkan’ın İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yla yaptığı kritik Eylül görüşmesine her iki danışman da katılmıştı.) Yeri geldiğinde politika belirleme sürecine, iki deneyimli müzakereci olan Orta Doğu barışına yönelik görüşmeleri yürüten George Mitchell ile Afganistan ve Pakistan’daki sorunlara ilişkin bölgesel girişimlerin koordinasyonunu yürüten Richard Holbrooke da katılıyor. Pratikte her ikisi de Başkan’ın Ulusal Güvenlik Konseyi merkezli çalışmalarının birer aktörü durumunda.

    Obama bu ekipte stratejik yön belirleme sürecinin baş aktörü; ne var ki, kaçınılmaz olarak bu rolü oynamaya zamanının ancak bir kısmını ayırabiliyor. Bu da bir zaaf oluşturuyor; çünkü ABD gibi bir büyük gücün dış politikasında konsept oluşturma görevini yürüten kişi, birbirini izleyen ve birbiriyle bağlantılı stratejik kararların planlanmasını yönetmede, bunların uygulanmasını izlemede ve gerekli ayarlamaları tam zamanında yapmada aktif yer almak durumundadır. Ancak Obama ilk yılının büyük bir bölümünü ofisinde iç politika sorunlarına ayırmak zorunda kaldı.

    Sonuç olarak Başkan’ın ABD’nin dış politikasını yeniden tanımlama hamlesi, temkinli olmayı aksiyon almaya, yerleşik yaklaşımları yenilikçi bakış açılarına tercih etmeye yatkın üst düzey bürokratlar tarafından sulandırılma, ya da geciktirilme tehlikesiyle karşı karşıya. Hatta bu bürokratlardan kimisinin, Başkan’ın Orta Doğu ve İran konusundaki önceliklerinden pek de hoşlanmıyor olması bile ihtimal dahilinde. Benimsenmiş bir politikadan haz etmeyen yetkililerin onu hayata geçirmede nadiren başarılı olduğu da bilinen bir gerçek. Ayrıca başkanın iç politika danışmanları kaçınılmaz olarak yurt içi çıkar gruplarından gelen baskılara daha fazla hassasiyet gösterme eğilimindedir. Bu danışmanlar, Başkan’ın cesaretli girişiminlerini sonuca ulaştırmada, arkasında güçlü yurt içi lobilerin desteği olan yabancı bir devletin muhalefetiyle karşılaşıldığında, sıkça gönülsüzlük gösterebiliyorlar. Obama’dan gelen Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yerleşimleri durdurma talebinin Netanyahu tarafından geri çevrilmesi buna iyi bir örnek oluşturmaktadır. Obama’nın kişisel olarak üzerine eğildiği uzun dönemli sorunların bir çoğunun çözümü uzun vadeli bir yönetimi gerektirdiğinden, Başkan’ın önceliklerinin peşini bırakmama konusunda ne kadar kararlı olduğuna dair kesin bir değerlendirme yapabilmek için henüz çok erken. Ancak üç acil sorun, kısa vadede bile, Obama’nın ABD dış politikasında önemli bir değişiklik yapma yeteneğini ve kararlılığını zor bir sınavdan geçirecek. Bunlar, İsrail ile Filistin arasındaki çatışma, İran’ın nükleer emelleri ve Afganistan ile Pakistan arasındaki sorunlardır. Bu üç sorunun her biri yurt içinde de birer hassas nokta oluşturuyor.

    İSRAİL-FİLİSTİN ÇIKMAZI
    En acil sorun elbette Orta Doğu barış süreci. Obama daha ilk baştan bu konuda harekete geçeceğini ve nispeten yakın bir zamanda bir çözüme ulaşmayı hedeflediğini duyurmuştu. Bu tutumun doğruluğu tarihsel olarak kanıtlanmıştır ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal çıkarına uygundur. İsrail-Filistin çatışmasına seyirci kalma hali fazlasıyla uzun sürmüş durumda. Sorunun çözümsüzlüğünün devam etmesi Filistinliler için de, bölge için de, ABD için de son derece olumsuz sonuçlara yol açtığı gibi, en sonunda İsrail’e de zarar verecektir. Bugünlerde bunu söylemek pek de popüler olmayacak ama, şurası bir gerçek ki, Orta Doğu’da ve İslam dünyasında – haklı ya da haksız - ABD düşmanlığının nedeni büyük ölçüde bu uzun süreli çatışmada dökülen kanlar ve çekilen acılardır. Usame bin Ladin’in 11 Eylül saldırısı için ileri sürdüğü kendinden menkul gerekçeler, ABD’nin kendisinin de İsrail-Filistin çıkmazının kurbanı olduğunu göstermekte. Ne İsrail’in, ne de Filistinlilerin kendi başlarına bu sorunu çözebileceği, İsrail’in 40 yıllık Batı Şeria işgalinin ve 30 yıllık barış görüşmelerinin ardından bugün artık iyice açıklığa kavuşmuş durumda. Bunun çok çeşitli nedenleri var; ancak son toplama bakıldığında tablo çok açık: Filistinliler bölünmüş durumda ve barış sürecini ileriye taşıyacak bir hamlede bulunamayacak kadar zayıflar; İsrail de bölünmüş durumda ve böyle bir adım atmayacak kadar güçlü. Dolayısıyla taraflar arasında sonuç alıcı görüşmeleri başlatabilmek için sorunun kesin çözümünün temel parametrelerini tanımlayacak güçlü bir dış girişime ihtiyaç var. Bu giriş yalnızca ABD’den gelebilir.

    ABD, henüz kendi çıkarları ve potansiyeli ile uyumlu bir itici güç yaratmayı başarabilmiş değil. Amerikan yönetimi, 2009 ilkbaharında yerleşimler sorununu gündeme getirip, İsrail hükümeti tarafından itirazla karşılaşınca, İsrail’deki sertlik yanlarının elini güçlendirdi ve Filistin cephesindeki ılımlı çevrelerin gücünü azalttı. Ardından Eylül’deki BM Genel Kurul toplantısının ABD’yi barışın temel parametreleri konusunda geniş kapsamlı bir küresel mutabakatla buluşturma yönünde sunduğu fırsat da boşa harcandı. Bu fırsatı değerlendirmek yerine Obama, İsrail’le Filistinlileri iyi niyet göstererek masaya oturmaya davet etmekle yetindi.

    Yine de mevcut küresel mutabakat, şu dört önemli konuda sonuç alıcı görüşmeler için bir başlangıç noktası olabilir. Birincisi, Filistinli mültecilere bugünkü İsrail topraklarına dönüş hakkı tanınmamalıdır; çünkü İsrail’den barış uğruna intihar etmesi beklenemez. Mültecilerin, tazminat ödenerek ve belki de, mağduriyetleri nedeniyle özür dilenerek, Filistin devleti içinde yerleşmeleri sağlanmalıdır. Filistin ulusal hareketinin bunu kabul etmesi çok zor olacaktır, ama bundan başka çare de yoktur. İkincisi Kudüs iki ülke arasında paylaşılmalı, ancak bu gerçek bir paylaşım olmalıdır. İsrail’in başkenti, doğal olarak Batı Kudüs, Filistin devletinin başkenti de Doğu Kudüs olacaktır. Eski Kudüs ise uluslararası bir anlaşma çerçevesinde iki devletin ortak toprağı olarak kalmalıdır. Bu, gayet anlaşılır bir şekilde İsrail’in vermekte çok zorlanacağı bir taviz olacaktır ama bu taviz verilmeden de barış mümkün olamayacaktır.

    Üçüncüsü, varılacak uzlaşma 1967 sınırlarını temel almalı, ancak sonradan yapılan büyük yerleşim yerlerinin Filistinlilerin daha fazla toprak kaybına yol açmayacak şekilde İsrail’e katılmasına olanak tanıyacak toprak takasını içermelidir. Bu, İsrail’in güney ve kuzeydeki Batı Şeria’ya komşu topraklarının Filistin’e verilmesi anlamına gelecektir. Bu noktada, İsrail ile Filistin nüfusunun birbirine eşit olmasına rağmen, 1967’de geçerli olan sınırlara göre, Filistin topraklarının eski İngiliz yönetimindeki bölgenin sadece %22’sini, İsrail topraklarının ise %78’ini oluşturduğunu unutmamak gerek. Dördüncüsü, ABD ya da NATO Ürdün Nehri boyunca birlikler konuşlandırma taahhüdünde bulunmalıdır. Bu yönde atılacak adım İsrail’in güvenliğini stratejik bir derinlik katarak pekiştirecek, bağımsız bir Filistin devletinin ileride bir Arap saldırısı için sıçrama tahtası olarak kullanılabileceği korkusunu azaltacaktır.

    Eğer Eylül’deki BM toplantısında Obama uluslararası destek kazanmış olan bu planı sahiplenseydi gerek İsrail, gerekse Filistinliler üzerinde muazzam bir etki yaratacak ve anında büyük bir küresel destek kazanacaktı. Özellikle de iki devletli çözümün uygulanabilir bir formül olarak İsrailliler ve Filistinliler arasında ve genel olarak bölgede inandırıcılığını kısmen yitirmeye başladığı bir dönemde bu projeyi sahiplenmemek kaçırılmış bir fırsattır. Dahası, ABD’nin Haziran ayında Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşmayla yeniden kazandığı itibar ve güveni yavaş yavaş kaybetmekte olduğuna dair işaretler gözlenmekte. Önümüzdeki birkaç ay oldukça kritik. Ve sonuç alıcı bir adım atmak için zaman azalıyor. Belki Filistinliler’e bir miktar teselli vermek, belki de taraflara temel konulara odaklanmaları için baskı yapma kararlılığını bir kez daha göstermek için, ve Beyaz Saray içindeki muhalefete rağmen, BM’deki konuşmasında Obama nihai durum görüşmelerine bir an önce başlama çağrısı yaptı ve biraz öncekilere benzer dört maddeli bir gündem önerdi. Ayrıca görüşmelerin nihai amacının “1967’de başlayan işgale son veren, İsrail’e komşu güçlü, bağımsız ve toprak sürekliliği olan bir Filistin devleti” olması gerektiğini açıkça belirtti. Başkan’ın Orta Doğu barış girişimine daha güçlü bir içerik kazandırma konusunda Oslo’daki Nobel Barış Ödülü törenini (bu satırlar yazıldığı sırada tören henüz gerçekleşmemişti), gereğince değerlendirmesini umut etmek isterim. Ancak şu ana kadar Obama’nın ekibi barış sürecini ileriye taşıyacak bir taktiksel beceriyi de, stratejik kararlılığı da gösterebilmiş değil.

    İRAN SORUNU
    Obama’yı bekleyen acil, potansiyel olarak büyük tehlike arz eden ve aynı oranda da büyük çıkarların söz konusu olduğu bir başka sorun da İran. Sorun, İran’ın nükleer programının gerçek mahiyetinden ve İran’ın bölgede oynadığı rolden kaynaklanıyor. Obama, yurt içinde (ve kısmen yurt dışında) bu konudaki rahatsızlığa, hatta ekibinin ikinci kademesinden gelen bir miktar itirazlara rağmen İran’la ciddi görüşmelere başlamanın yollarını arama konusunda oldukça kararlı. Obama, her ne kadar “bütün seçenekleri göz önünde bulunduruyoruz” dese de, aslında askeri müdahale seçeneğini kullanma olasılığını büyük ölçüde azaltmış durumda. Ancak yine de olumlu sonuçlanacak bir görüşme umudu hâlâ belirginlik kazanamadı.

    Burada durumu karmaşıklaştıran iki temel soru ile karşı karşıyayız. Öncelikle ABD, İranlılar’ın uranyum zenginleştirme becerisini kazandıklarını ve bu işin peşini bırakmayacakları konusunu tartışırken gerçekçi olmalı; zira, zaman geriye döndürülemez. Ancak, belki de daha sert bir denetim sistemi aracılığıyla bunun nükleer silahlanmaya dönüşmesini önleyecek güvenilir bir düzenleme getirilebilir. Öte yanda, ABD ve ortakları görüşmelere yapıcı bir anlayışla yaklaşsa bile İran olumlu bir sonuç alma umudunu boşa çıkarabilir. Zaten daha görüşme sürecinin başında, zenginleştirilmiş uranyumun işlenmesine yönelik İran, Rusya ve Fransa işbirliğini içeren olumlu bir düzenlemeyi çıkmaza sokmak için oynadığı oyunlar nedeniyle İran’ın inandırıcılığı şimdiden yara almış durumda.

    İkincisi, Washington görüşmelere bir miktar sabır ve karşı tarafın düşünce yapısına karşı hassasiyet göstererek başlamaya hazır mı? ABD’nin İran’ı açıkça terörist bir devlet, güvenilir olmayan bir devlet, yaptırımlar uygulanması, hatta askeri seçeneğe hazırlıklı olunması gereken bir devlet olarak etiketlemede ısrar etmesi sonuç alıcı görüşmelerin başlatılmasını kolaylaştırmayacaktır. Bu sadece İran’daki en koyu sertlik yanlılarının işine yarayacak, İran milliyetçiliğine hitap etmelerini kolaylaştıracak ve İran’da daha liberal bir rejim isteyenlerle, fanatik bir diktatörlüğü sürdürme peşinde olanlar arasında son zamanlarda belirginleşen mesafeyi daraltacaktır.

    Ek yaptırımların gündeme gelmesi durumunda yukarıdaki noktalar akılda tutulmalıdır. Yaptırımların siyaseten zekice olmasına ve bütün İranlıları birleştirmeye değil, rejimi yalnızlaştırmaya hizmet etmesine dikkat edilmelidir. Yaptırımlar, bir akaryakıt ambargosu örneğinde olduğu gibi İran’ın orta sınıflarını değil, iktidarı elinde tutanları cezalandırmaya yönelik olmalıdır. İstemeden de olsa ayırımsız bütün bir ulusa zarar verecek yaptırımlar büyük bir olasılıklı İranlılar’a ABD’nin asıl niyetinin ülkelerinin barışçıl bir nükleer programını bile önlemek olduğu izlenimini verecek, bu da yalnızca milliyetçiliği kışkırtıcak ve infial uyandıracaktır.

    Dahası politik incelik gösterilerek halkı iktidardakilerden ayıracak yaptırımların benimsenmesi bile bir takım uluslararası sıkıntılarla mücadele etmeyi gerektirecektir. Orta Doğu (özellikle de İran) petrolüne bağımlı olan Çin, krizin daha de keskinleşmesinden endişe etmekte. Öte yandan Avrupa’nın başlıca enerji tedarikçisi olan ve Basra Körfezi’ndeki krizin uzamasından, böylece İran petrolünün Avrupa pazarına girmesinin önlenmesinde maddi çıkarı olan Rusya’nın tutumu ise belirsiz. Aslında Rusya’nın jeopolitik perspektifinden bakacak olursak, Basra Körfezi’nde çıkacak bir çatışma sonucunda petrol fiyatlarında ani bir yükseliş en çok ABD ve Çin ekonomisine zarar verecek (ki bu iki ülkenin küresel çapta egemenliğinden Rusya hiç de memnun değildir, hatta korkmaktadır) ve Avrupa’yı Rus enerjisine daha da bağımlı kılacaktır. Bütün bu karmaşık süreçte Başkan’ın çok kararlı bir liderlik sergilemesi gerekecek. Buna en çok da, ABD’de gerek yönetim dışından, gerekse yönetim içinden makul bir uzlaşmayı zora sokacak bir süreci tercih eden etkili sesler nedeniyle ihtiyaç var. Bugün Beyaz Saray’da bazı ikinci kademeden yetkililer, yönetime girmeden önce İran’ı en kısa zamanda silahlı çatışmaya zorlayan politikalardan yana tutum almışlar, hatta güç kullanımı konusunda İsrail’le askeri görüşmelere başlamayı savunmuşlardı. Nitekim ABD yönetiminin Eylül sonlarında İran’ın Kum yakınlarındaki gizli nükleer tesisinin varlığından aylardır haberdar olduğunu biraz sansasyonel bir havada açıklaması, taktikler konusunda yönetim içinde görüş ayrılıkları olabileceğini düşündürüyor.

    Bütün bunlar bizi daha da büyük bir stratejik soruyu sormaya götürüyor: ABD uzun vadede İran’ın giderek dönüşüme uğraması ve bölgede istikrarı sağlayacak bir güç haline gelmesini hedeflemeli midir, hedeflememe midir? Sorunu daha açık ve daha yalın bir şekilde soralım: ABD’nin politikası İran’ı en sonunda tekrar ABD’nin (ve hatta önceden 30 yıl boyunca dost olduğu İsrail’in) ortağı olmaya teşvik edecek şekilde planlanmalı mıdır? Gündemin kapsamını bölgesel güvenlik, potansiyel ekonomik işbirliği ve benzerlerini de içine alacak şekilde ne kadar geniş tutarsanız karşılıklı verilecek tavizler geliştirme şansınız da o kadar yüksek olur. Yoksa İran, zaten sorunlu bir bölgede düşman ve istikrar bozucu bir güç olarak kalmaya mahkum bir ülke muamelesi mi görmelidir? Bu satırlar yazıldığı sırada temaslardan olumlu bir sonuç alınma ihtimali oldukça düşük. Eğer temaslar yarıda kesilmezse, 2010 başlarında görüşmelere devam etmenin yararlı mı olacağı, yoksa karşılıklı tavizler verme yollarının tıkalı mı olduğu konusunda sakin kafayla bir yorum yapacak duruma gelmiş olabiliriz. İşte tam bu noktada politik açıdan zekice planlanmış yaptırımların zamanı gelmiş olacaktır. Obama şimdiye kadar stratejik kararlılıkla taktik esnekliği bir araya getirmek gerektiğinin farkında olduğunu gösterdi. Sabırla diplomasinin bir uzlaşmaya yol açıp açmayacağının arayışı içinde. Fransa’nın Aralık ayında bir tarih belirlemedeki ısrarının aksine, bir zaman sınırı koymaktan kaçınıyor ve açık askeri müdahale tehdidinde bulunmuyor.

    Daha sert tutum yanlıları, ister ABD güçlerinden gelsin, ister İsrail ordusundan gelsin, İran’a yapılacak bir saldırının ağır sonuçlarının bedelini ABD’nin ödeyeceğini unutmamalıdır. İran büyük bir olasılıkla Afganistan’daki ya da Irak’taki ABD güçlerini hedef alacak, muhtemelen her iki ülkeye de istikrarsızlık getirecektir. Sonuçta, Hürmüz Boğazı savaş alanı haline gelecek ve Amerikalılar akaryakıt pompalarında artan fiyatlarla karşılaşacaklardır. İran, Obama’nın yönetimi mutlaka kendi eline almasını gerektiren bir sorundur. Bugüne kadar Obama da öyle yapmıştır.

    AFGANİSTAN-PAKİSTAN BATAKLIĞI
    Üçüncü acil ve politik olarak hassas dış politika sorunu Afganistan-Pakistan çıkmazıdır. Obama, ABD’nin Afganistan’a müdahalesini gerekçelendiren ilk baştaki çok daha iddialı, hatta ideolojik hedeflerinden bazılarını (örneğin orada modern bir demokrasi yaratmak) terketme yoluna girmiştir. Ancak ABD, Afganistan ve Pakistan’daki varlığının hâlâ esas ve en göze batıcı boyutunun askeri olduğu gerçeğinin, Afganlar ve Pakistanlılar tarafından Batı sömürgeciliğinin bir başka örneği olarak görülüp, giderek daha da militan tepkilere yol açabileceği konusunda çok dikkatli olmalıdır. Bazı üst düzey ABD generalleri bu yakınlarda ABD’nin askeri açıdan başarı göstermediğini söyleyerek, Taliban’la mevcut çatışmanın, geçmişte Sovyetler Birliği ile Afgan direnişi arasındaki çatışmaya benzeyebileceği sinyallerini veren bir değerlendirme yaptılar. Dolayısıyla bugün acilen stratejik açıdan yeni bir durum değerlendirmesi yapmak gerekiyor. Eylül 2009’da Fransa, Almanya ve İngiltere’nin konuyla ilgili uluslararası bir konferans önerisi hem doğru zamanlı geldi, hem de yararlı oldu. ABD de öneriyi kabul etme akıllılığını gösterdi. Ancak yeni bir stratejinin verimli olabilmesi için iki temel noktayı içermesi gerekiyor. Birincisi, Afgan hükümeti ile NATO yerel bazda Taliban içindeki ılımlı unsurlarla, belirli sınırlar içinde uzlaşmaya yönelik temas arayışına girmelidirler. Taliban, global ölçekte ihtilalci ya da terörist bir hareket değildir, ve her ne kadar Afganistan’ı daha çok bir ortaçağ ülkesi olarak görmek isteyen zihniyetle oldukça geniş bir ittifak içinde olsa da, Batı dünyasına yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmamaktadır. Dahası, hâlâ azınlığı temsil eden bir hareket olduğundan ve onu ancak diğer Afganlılar (ABD ve NATO müttefiklerinin ekonomik ve askeri desteğiyle) yenilgiye uğratabileceğinden, sorunun çözümü askeri olmaktan çok siyasi bir stratejiyi gerektirmektedir.

    Ayrıca ABD, Pakistan’a destek vermeli ve bu destek Pakistan’ın yalnızca Taliban’a topraklarında barınma olanağı tanımamasını değil, Taliban’a Afganistan’da bir uzlaşma yönünde baskı yapmasını da amaçlamalıdır. Pakistan’da çoğu kişi, ülkenin başlıca rakibi Hindistan’a meyledecek laik bir Afganistan’dansa, Taliban kontrolünde bir Afganistan’ı tercih ediyor. Bu gerçek hesaba katıldığında ABD, Pakistan’ın Taliban içindeki uzlaşmaz unsurlara karşı olan mücadeleye tam desteğini elde etmek için bu ülkenin güvenlik konusundaki kaygılarını yatıştırmak durumundadır. Özellikle de Çin’in bölgesel istikrardan yana jeopolitik çıkarları ve İslamabad’la geleneksel sıkı bağlarını göz önüne aldığımızda, bu açıdan Çin’in desteğini almak daha da büyük önem kazanıyor.

    Büyük bir ihtimalle bu satırlar yayınlandığında Obama süregelen ihtilafı siyaseten kabul edilebilir – ve ABD’nin müttefiklerinin de desteklemeye hazır oldukları - bir çözüme kavuşturmak üzere daha kapsamlı bir stratejiyi açıklamış olacak. Şu ana kadar Obama bu konuda oldukça temkinli göründü. Sorunun gerek askeri, gerekse siyasi boyutlarını ve ABD’nin müttefiklerinin görüşlerini dikkate alma konusunda özenli davrandı. NATO için ittifakın bir kanadının (batı Avrupa), diğer kanadını (ABD) Afganistan’da yalnız bırakmasından daha kötü bir gelişme olamaz. İttifakın kurucu antlaşmasının 5. Madde’sine dayanan ilk NATO harekatı konusunda oluşabilecek bir çatlak, muhtemelen ittifakın sonu anlamına gelecektir.

    Obama’nın bu üç acil ve birbiriyle bağlantılı sorunu – İsrail-Filistin barış süreci, İran çıkmazı ve Afgan-Pakistan ihtilafı – nasıl ele alacağı ABD’nin öngörülebilir bir gelecekte nasıl bir küresel rol oynayacağını belirleyecektir. Aynı anda Orta Doğu’da başarısızlıkla sonuçlanan bir barış girişimi, İran’da bir askeri çatışma, Afganistan ve Pakistan’da artan askeri müdahale, ABD’yi çok geniş ve kaynayan bir alanda uzun yıllar sürecek bir yalnızlığın ve bütün taraflar için yıkıcı olacak bir çatışmanın içine sürükleyebilir. Bu da zamanla ABD’nin şu anki global üstünlüğüne son verebilir.

    TEMEL STRATEJİK İLİŞKİLER
    Bu acil sorunlarla başa çıkmanın yanı sıra Obama, ABD’nin Rusya, Çin ve Avrupa’yla olan üç ana jeopolitik ilişkisini de geliştirmeyi hedeflediğini ifade etti. Bunların her biri, daha uzun vadeli ikilemleri içermekle birlikte şu an için bir kriz yönetimini gerektirmiyor. Her birinin de kendine özgü özellikleri var: Rusya, arzusu değişmekten yana olan, ancak sosyal sermayesi azalan bir emperyal güç. Çin, bir dünya gücü olma yolunda yükselen ve şaşırtıcı bir hızla modernleşen, ama kasıtlı olarak hırslarına dikkat çekmemeye çalışan bir ülke. Avrupa küresel bir ekonomik güç, ancak askeri güçten de, siyasi iradeden de yoksun. Obama, gayet isabetli bir şekilde ABD’nin bunların her üçüyle de işbirliği içinde olması gerektiğini dile getirdi.

    Bu durumda ABD yönetimi, Rusya ile ilişkilerini “yeniden konumlandırma”ya karar vermiş oluyor. Ancak bu slogan biraz kafa karıştırıcı, çünkü Washington’ın, örneğin İran gibi bazı konularda Moskova ile çıkarlarının ortak olduğuna ilişkin iyimser hissiyatında ne kadar isabetli olduğu henüz belirsiz. Her ne olursa olsun ABD’nin Rusya ile uzun vadeli ilişkilerine stratejik bir bakış açısıyla ele alması ve iki yönlü bir politika izlemesi gerekiyor: ABD bir yandan iki tarafın da yararına olan durumlarda Rusya ile işbirliği yapmalı, diğer yandan da bunu tarihsel gerçekliğin gerekliliklerine uygun davranacak şekilde gerçekleştirmelidir. Kendi içine kapalı imparatorluklar devri sona ermiştir, ve Rusya kendi geleceği için, eninde sonunda bu gerçeği kabul etmek zorundadır.

    Rusya ile işbirliğini geliştirmek, Rusya’nın (Avrupa’nın Orta Asya petrolüne erişimini sağlayan hayati önemdeki Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının geçtiği) Gürcistan’ı boyunduruk altına almasına, ya da (eski Sovyetler Birliği’nin endüstriyel ve tarımsal kalbi olan) Ukrayna’ya gözdağı vermesine göz yummak anlamına gelmiyor. Her iki davranış da, çok büyük bir geri adım olur; Rusya’nın emperyal geçmiş özlemini körükler; Orta Avrupa’nın güvenlik kaygılarını artırır; ve hatta silahlı çatışmalara bile yol açabilecektir. Ne var ki bugüne kadar Obama yönetimi, (Venezuela’ya saldırı silahları veren Moskova’nın tersine) Gürcistan’a tümüyle savunmaya yönelik silah temininde bile oldukça isteksiz davranmış, AB’nin de Ukrayna’nın Birliğe dahil olma isteğine olumlu yanıt vermesi için yeterince aktif çaba göstermemiştir. Neyse ki Başkan Yardımcısı Biden’in 2009 sonbaharında yaptığı Polonya, Romanya ve Çek Cumhuriyeti ziyaretleri, ABD’nin eski Sovyet nüfuz sahasında siyasi çoğulculuğa ve emperyal emellerini gerçekten terk etmiş bir Rusya ile işbirliğine verdiği uzun vadeli önemin bir kez daha altını çizmiş oldu. Bu iki alandan ilkinde gösterilecek başarının, ikincisinin gerçekleşmesini kolaylaştıracağı hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

    Öte yandan Çin’i küresel sorunlar konusunda daha aktif davranmaya teşvik etme yönünde de uzun vadeli bir çaba gerekiyor. Çin, kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi, “barışçıl bir şekilde büyüyor” ve Rusya’nın tersine sabırlı bir özgüvenle hareket ediyor. Ama aynı zamanda Çin’in ben-merkezci bir büyüme seyri izlediği ve global mali, ekonomik ve çevre ile ilgili kararların alınmasına yönelik yapıcı bir işbirliğine daha fazla katkıda bulunmaya davet edilmesi gerektiği de söylenebilir. Ayrıca Çin, Kuzey Kore, İran, Afganistan ve Pakistan, hatta İsrail-Filistin çatışması gibi, ABD için can alıcı öneme sahip jeopolitik konular üzerindeki politik etkisini de arttırmakta.

    Dolayısıyla Obama’nın ABD ile Çin arasında üst düzey ikili ilişkiler geliştirme kararının zamanlaması çok doğruydu. Nitekim Obama’nın Ekim ayında Çin’e yaptığı ziyarette öne çıkardığı, başkanlar zirvesi düzeyinde bir de facto jeopolitik G-2 oluşumu (bu, önerilen ekonomik G-2 ile karıştırılmamalıdır), önemi gittikçe artan bir stratejik diyaloğun geliştirilmesine katkıda bulunacaktır. ABD ile Çin liderleri iyi işleyen bir dünya sisteminin her iki ülkenin de çıkarına olduğunu kavramışlar, göründüğü kadarıyla da, böyle ikili bir ilişkinin barındırdığı karşılıklı ulusal yararların ve tarihi potansiyelin değerinin farkına varmışlardır.

    Paradoksal bir şekilde, ABD ile onun en yakın siyasi, ekonomik ve askeri ortağı Avrupa arasındaki ilişkilerde stratejik olarak anlamlı bir gelişme sağlama umutları, Obama bu yöndeki arzusunu açıkça ifade etmiş olmasına rağmen, yakın bir gelecekte çok da güçlü görünmüyor. Selefi tarafından Obama’ya bu alanda oldukça tatsız bir miras bırakıldı. Yeni Başkan her ne kadar kamuoyunu olumlu yönde etkilemişse de, AB gibi yalnızca iyi tanımlanmış ve güçlü bir liderlikten yoksun olmakla kalmayan, aynı zamanda dünyada oynayacağı rol konusunda kendi içinde görüş birliğine varamamış bir ortakla küresel ölçekte gerçek bir stratejik işbirliği olanaksızdır.

    Dolayısıyla, Obama’nın Atlantik ortaklığını yeniden canlandırma çabaları zorunlu olarak Avrupa’nın uluslararası güce sahip üç önde gelen Avrupa ülkesi olan, İngiltere, Almanya ve Fransa ile temaslarla sınırlı kalacak. Ancak bu temaslardan elde edilecek yarar da bu üç ülke liderleri arasındaki görüş ayrılıkları nedeniyle azalıyor. İngiltere Başbakanı’nın pek de parlak olmayan siyasi geleceği, Fransa Cumhurbaşkanı’nın magazinleşen kişisel yaşamı ve Almanya Şansölyesi’nin doğuya dönük yüzünü hiç hesaba katmasak bile durum böyle. Neticede, Obama’nın sonuç alıcı bir iletişime geçmesine yardımcı olacak, birlik sağlamış ve bu sayede etkisini artırmış bir Avrupa perspektifinin şekillenmesi yakın gelecekte ihtimal dahilinde görünmüyor.

    İÇ ENGELLER
    Bütün bunlar dikkate alındığında Obama’nın dış politikası için nasıl bir değerlendirmede bulunabiliriz? Şu ana kadar Başkan’ın dış politikası stratejik atılımlardan çok geleceğe yönelik beklentiler üretti. Yine de Obama’nın üç en acil soruna ilişkin ABD politikalarında önemli değişiklikler yaptığını belirtmek gerek. Ancak, ABD demokratik bir ülke olduğuna göre dış politika kararlarını yurt içindeki politik mutabakatlara dayandırmak zorunda. Ve ne yazık ki, gittikçe daha da karmaşıklaşan küresel koşullarda akıllıca ve kararlı bir dış politika izlenmesinin önünde engel oluşturan üç sistemik zaaf yüzünden, Obama’nın içerden destek bulması gün geçtikçe daha da zorlaşıyor.

    Bu zaaflardan ilki, ABD siyasetinde etkisini artıran dış politika lobilerinden kaynaklanıyor. Kongre’ye erişim olanaklarına sahip olmaları sayesinde– bazıları finansal olarak güçlü, bazıları da dış güçlerce desteklenen – çeşitli lobiler, dış politika kararlarında yasamaya şimdiye kadar görülmemiş ölçüde müdahil olabiliyorlar. Bugün Kongre, her zamankinden de fazla, yalnızca dış politika kararlarına aktif bir şekilde karşı çıkmakla kalmıyor, bazılarını Başkan’a empoze ediyor (İran’a yaptırımlar konusundaki mevzuatın hâlâ askıda olması bu durumun örneklerinden sadece biri). Kongre’nin lobilerden kaynaklanan bu şekilde müdahalesi, sürekli değişim halindeki küresel politika gerçeklerine cevap vermeyi amaçlayacak bir dış politika geliştirmenin önündeki ciddi bir engel olduğu gibi, yabancıların değil, ABD’nin çıkarlarının temel alınmasını da giderek güçleştiriyor.

    Sistemin ikinci zaafı, RAND araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmanın da gösterdiği gibi, ABD’nin iki siyasi partisinin de destekleyeceği bir dış politika oluşturma ümidini baltalayan ve gittikçe derinleşen ideolojik bölünmedir. Bunun yol açtığı kutuplaşma iki partiyi birleştirecek bir dış politika geliştirme olanaklarını azaltmakla kalmıyor, siyasi anlaşmazlıklara demagojinin egemen olmasına yol açıyor ve kamusal alanda kullanılan söylemi zehirliyor. Daha da kötüsü, kişileri karalamaya dayalı, nefret dolu ve şiddet potansiyeli içeren bir dil, ne yazılanın doğruluğunun kontrol edildiği, ne de hakaret davalarına konu olabilen bir siyasi tartışma alanı olan bloglar aleminde - “blogosfer”de - giderek yaygınlaşıyor.

    Üçüncüsü, ama en az diğerleri kadar önemli olan zaaf ise, ABD halkının küresel gelişmeler konusunda dünyanın en az bilgi sahibi olan halklarından biri olmasıdır. Çoğu Amerikalı, National Geographic dergisinin bir araştırmasının da ortaya koyduğu gibi en temel coğrafi bilgilerden dahi yoksundur. Diğer ülkelerin tarihleri ve kültürlerine ilişkin bilgileri de daha iyi durumda değildir. Coğrafya ve dünya tarihi konusunda bilgi sahibi olmayan bir halkın, ABD’nin Afganistan ve Pakistan’da karşı karşıya kaldığı en basit ikilemleri bile kavraması nasıl beklenebilir ki? Gazete tirajlarının hızla düştüğü, bir zamanlar gerçekten çok bilgilendirici olan televizyon haberlerinin sudan konularla geçiştirildiği koşullarda, ABD halkının dünyadaki önemli gelişmelere ilişkin güvenilir ve zamanında haber alma olanakları giderek azalıyor. Böyle bir ortamda, özellikle de kritik anlarda, demagojiye dayalı çözüm önerileri insanlara daha fazla hitap edebiliyor.

    Bu üç zaaf bir araya geldiğinde, ABD’nin karşı karşıya olduğu küresel sorunların karmaşıklığına uygun rasyonel bir dış politikaya kamuoyu desteği sağlamak zorlaşıyor. Obama, mutabakata dayalı bir yönetim anlayışına sahip. Çünkü siyasi deneyimi bu yönde ve başkanlık seçimlerindeki başarısında bu anlayışın önemli bir rol oynadığı da açık. Coşku aşılayan bir kişilikle ve popülist umutları besleyerek kitleleri harekete geçirme yeteneğiyle desteklenen toplumsal mutabakat, gerçekten de büyük bir demokratik rejimde siyasi gündemi hayata geçirmek için en önemli itici güçtür. Başkanlık seçimlerindeki kampanyası sırasında Obama hem toplumsal mutabakat sağlamada, hem de kitleleri siyasi olarak harekete geçirmede usta olduğunu kanıtladı. Ancak henüz heyecan uyandırmayı başaran bir hatiplikten güçlü bir devlet adamlığına geçişi gerçekleştiremedi. Bir fikri etkili savunabilmek yeterli değildir; onu hayata geçirecek politikaları da uygulamak gerekir.

    Dünya meselelerinin görmezden gelinmez gerçekleri karşısında liderlik, dış muhalefetin üstesinden gelecek, dostların desteğini sağlayacak, düşman devletlerle gerektiğinde sonuç alıcı temaslar yapabilecek ve ABD’nin kimi zaman geri adım attırmak durumunda kaldığı ülke hükümetlerinin bile gönülsüz de olsa saygısını kazanacak amansız bir katılık gerektiriyor. Bunları yapabilmek için en uygun an, Başkan’ın kişisel otoritesinin en tepede olduğu zamandır ki bu da genellikle görev süresinin ilk yılıdır. Ne yazık ki, Obama’nın ilk yılı ekonomik krizi çözmek ve sağlık reformunu gerçekleştirmek için mücadele ile geçti. Bundan sonraki üç yıl bu bakımdan daha da zor olabilir. Obama’nın harekete geçirdiği umutları gerçek kılmak için gözünü budaktan esirgemeyen bir kararlılık göstermesi yalnızca ABD’nin ulusal çıkarları açısından değil, insanlığın çıkarları açısından da büyük önem taşıyor.





    The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir.
  • X