Bugün bölgede ve dünyada yaşadığımız çetin sorunların menşeinde çok uluslu büyük imparatorlukların son yüzyıl içindeki çöküşleri yatıyor. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Çarlık Rusyası 1917’de, Fransız ve İngiliz Sömürge İmparatorlukları II. Dünya Savaşı’nı takiben, Sovyet İmparatorluğu ise 1991’de dağıldı. Her biri devasa jeopolitik depremler oluşturan bu çöküşler, büyük kitlesel göç hareketleriyle birlikte kadim dinî, mezhepsel, kimliksel kin ve nefret duygularını; derin siyasi, ekonomik anlaşmazlıkları, süregiden toprak taleplerini, durulmamış hırs ve gerginlikleri ve ölümcül çatışmaları su yüzüne çıkardı.
Bu depremlerin artçı sarsıntıları, şimdi bilhassa Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de büyük tahribatlara neden oluyor. 1948’den beri sınırlarını genişleten ve etrafına sürekli yayılan İsrail, Filistinlilerin bağımsızlıklarını kazanmasıyla birlikte bu coğrafyada yeni ve barışçıl bir düzenin kurulması hususunda yeşeren umutları söndürüyor. On yıllardır devam ettirilmeye çalışılan barış süreci yerlerde sürünüyor. Bu hüsranın doğurduğu umutsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler ve aşağılanmışlıklar mahrum kitleleri, radikal ve köktenci İslamcı akımların kucağına atıyor.
Birkaç yıl önce diktatörleri devirerek Arap dünyasının mazlum, sıradan insanlarının hayallerini süsleyen demokrasi dalgası, bölgede mevcut despot rejimlerin sert kayalarını aşamıyor. Çünkü bir diktatörlüğü devirmek, onun yerine demokrasi inşa etmek anlamına gelmiyor.
KAÇIRILAN TARİHİ RANDEVU
Batı dünyası ise ‘Arap Baharı’nın sunduğu tarihî randevuyu kaçırdı. Avrupalılar, toplu göç ve radikal İslam korkularıyla ve içe kapanma eğilimleriyle yoksul Müslüman kitlelerin demokrasiye ve ekonomik refaha yürüyüşlerinde Arap halklarına refakat etmedi. Bu demokrasi ve kurtuluş hareketlerine yönelik desteklerini esirgemek suretiyle Avrupalılar, radikal İslam ve toplu göç korkularından kurtulmuş olmuyor. Aksine, önlemeyi düşledikleri istikrarsızlık ve güvensizliklerin şimdi başlarına misliyle gelmesi riskiyle karşı karşıyalar. Stratejik önceliklerini çok daha uzak ufuklara, Çin’e ve Güneydoğu Asya’ya yönlendiren ABD’nin ise Ortadoğu ve Doğu Akdeniz hakkında belirli, sistematik ve uzun vadeli temel bir stratejisi yok. Olayları tepkisel davranışlarla yönetme çabası içinde, geleceğe yönelik örgün ve kapsayıcı inisiyatifler almıyor.
Oysa ABD, II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde kendi yaşamsal çıkarlarını, o zaman bir yıkıntı hâlindeki Avrupa’nın yeniden inşasında ve sosyo-ekonomik dokusunun ve yaratıcılığının tekrar hayata geçirilmesinde görmüştü; bugünkü Avrupa ülkelerinin refah ve kalkınmalarının temelinde yatan Marshall Planı’nı ortaya atmıştı. Aynı şekilde Avrupa Birliği de Sovyetler Birliği’nin 1989’da dağılışını ve komünizmin çöküşünü müteakip Varşova Paktı’nın boyunduruğundan kurtulan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine AB’ye tam üyelik perspektifi açmış; bu ülkelerin demokrasi ve sosyal içerikli serbest Pazar ekonomisine geçmek için yaptıkları zahmetli yolculuklarında kendilerini yalnız bırakmamıştı.
Bugün de Batı dünyası ve özellikle Avrupa Birliği, kendi geleceğini teminat altına almak istiyorsa, eski sömürgelerinden oluşan Müslüman ve Arap coğrafyasını hâlen içinde bulunduğu çöküşten çekip çıkarmak için aynı sağduyuyu gösterebilmelidir. Çünkü küresel çağda küresel sorunlarına çare bulamayan insanlığın dünyada güvenli, özgür ve liberal bir düzeni egemen kılması mümkün değil. Bu nedenle aslında ABD de en az Avrupa kadar Arap dünyasının dağılan siyasi ve ekonomik yapılarının toparlanması ve sosyal dokularının onarılması hususunda vazgeçilmez bir paydaş. Ancak bu yeniden inşa çabasında temel sorumluluk muhakkak ki tüm Müslüman ülkelerin bizzat kendilerine düşüyor.
ORTAK ÇALIŞMA
Eğer uluslararası toplum 21. yüzyılda geçmişteki acı tecrübeleri yeniden yaşamak istemiyorsa, milyonlarca Arap ve Müslümanı bizzat kendi toplumlarının bağrında yaşatan ABD’nin ve Avrupa’nın, dünyanın geri kalanındaki Müslüman dünya ile uluslararası alanda şimdikinden çok daha farklı bir işbirliği düzeni içinde, ortaklaşa çalışmaktan ve ortak geleceklerini beraberce hazırlamaktan başka çareleri bulunmuyor.
Bu çalışmaların odağında ise ana kavramlar olarak ister istemez ‘İslam’ ve ‘Ortadoğu’nun yer alması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü yeni başlayan yüzyılın kaderini İslam ve demokrasi arasındaki ilişki ve etkileşimin nasıl yönetileceği sorununa verilecek yanıt tayin edecek. ‘Arap Baharı’ her ne kadar geçmişte kalmış gibi görünse de geniş alanlara yayılan Müslüman ve Arap kitlelerinin özgürlük ve refah arayışları sona ermiş değil. Cin bir kere şişeden çıktı. Tarihi geriye sardırmak imkansız. Arap dünyasında yeni kuşaklar, Vali Nasr’ın dediği gibi, önümüzdeki onyıllar boyunca belki daha muhafazakâr, daha dindar, hatta kadın-erkek eşitliğine daha az saygılı olacaklar. Ama bu muhafazakârlık ve dindarlıkları küresel iletişim çağında daha fazla refah, daha fazla özgürlük, daha fazla güç ve daha fazla adalet aramalarını engellemeyecek. Ne var ki kapalı Arap rejimlerinin İslamı özünden soyutlayarak şekilsel bir Müslümanlık temelinde, şiddet dâhil, barışa ters düşen ve Batı düşmanlığından beslenen içe dönük uygulama ve politikaları bitmeyecek. İslam dünyası belki daha uzun yıllar bu ayrışmanın ıstıraplarını yaşamaya devam edecek.
Belki daha da önemlisi, Hristiyan Batı toplumları içinde yaşayan ve sonu gelmeyen kitlesel göçlerle sayıları sürekli artacak olan milyonlarca Müslüman, yaşadıkları ülkelerde maruz kaldıkları ve bugün şahit olduğumuz ikinci sınıf vatandaşlık statüsüne, giderek ciddileşen eylem ve tavırlarla karşı koyacak. Onların somut bireyler olarak gerçek hayattaki somut hak talepleri, söz konusu ülkelerde zaman zaman toplumsal yaşamı, kamu düzenini ve iç güvenliği tehdit eden şiddet patlamalarına dönüşebilecek mücadeleleri sırf münferit ülkeler için bir sorun olmakla sınırlı kalmayabilir. Müslüman dünyanın daha müreffeh ve daha eşit yaşam koşullarına kavuşma arayışlarının uluslararası toplum tarafından iyi değerlendirilip değerlendirilmeyeceği, ABD ve Avrupa Birliği tarafından desteklenip desteklenmeyeceği, 21. yüzyılın geleceğini ve dünyada daha adil, daha güvenli, daha özgür ve daha onurlu yeni bir düzen kurulup kurulamayacağını tayin eden en önemli gelişme olacak. Ancak bu arayışlara sağlanacak desteğin art niyetli yeni bir ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ veya yeni bir ekonomik sömürü anlayışıyla değil; insanlığın ortak çıkarı için, ortak dayanışma ve eşitlik anlayışıyla gerçekleştirilmesinin hedef alınması gerekecek. Esasen bu vizyonu eski kuzey-güney diyaloglarından ayıran temel fark, tam da bu eşit ortaklık ve dayanışma anlayışında yatıyor.
GÜVENLİKÇİ YAKLAŞIMLAR SONUÇ VERMEZ
Yukarıda bahsi geçen nedenlerle bugün el-Kaide ve IŞİD benzeri şiddet temelli radikal İslamcı örgütlerle mücadelede salt güvenlikçi yaklaşımlar yeterli olmaz. Zira çözüm, hâlâ bu örgütleri ortaya çıkaran entegre siyasi, ekonomik ve sosyo-psikolojik sebeplerin giderilmesinde aranmıyor.
Tunus hariç hâlen hiçbir Arap halkı kendi devletlerinin yapıları, değerleri, politikaları, gelecekleri ve emelleri üzerinde söz hakkına sahip değil. Bu hak tek adama, tek partiye veya despotik aile iktidarlarına ait.
Batı dünyasındaki Müslümanların hatırı sayılır bir kısmı, çoğu zaman işsizlik ve yoksulluk koşullarında her alanda yabancı düşmanlığı, dışlanma, ayırımcılık ve ırkçılık eylemlerine maruz kalıyor. Oysa el-Kaide ve IŞİD benzeri şiddet temelli radikal örgütler ezik, yoksul ve mazlum kitlelere dünyada bir İslam devletini birlikte kurma hayaline dayalı birinci sınıf vatandaşlık statüsü vadediyor ve onlara onur, haysiyet ve en önemlisi sanal bir özgüven duygusu bahşediyor.
Mahrum Müslüman toplumlar, radikal örgütlerin çağrılarına uyarak kazandıkları bu güçlü motivasyonu dengeleyecek gerçek özgüven duygusunu, kendi ülkelerindeki yaşamlarında veya içinde yaşadıkları Batı ülkelerinde doğal ve meşru şartlar altında bulamadıkça, önümüzdeki onyıllarda bölgemizde ve dünyada şiddet iklimi önlenemez.
TÜRKİYE
Ne var ki yukarıdaki tahlil IŞİD’e Türkiye’den son zamanlarda artan katılımların nedenini izah etmiyor. Çünkü Soli Özel’in dediği gibi, Türkiye’deki koşullar başka Müslüman ülkelerdeki koşullardan çok farklı. Türkler kendi ülkelerinde birinci sınıf vatandaşlık statüsüne sahipler. Bu statünün Avrupa’da yaşayan Müslümanların maruz kaldıkları koşullarla mukayese edilemeyeceği açık. O halde bugün demokratik Türkiye’den IŞİD’e katılımların artmasının, başka bir deyişle Türkiye’de artık hiçbir baskı altında olmayan İslami kesim içindeki radikalleşme eğilimlerinin kabarmasının nedenleri üzerinde ciddiyetle durulması gerekiyor.
Bu tespit de aslında 21. yüzyılda tüm dünyada İslam ve demokrasi arasındaki etkileşim sorunsalının karmaşık niteliğini teyit ediyor; bu etkileşimin sağlıklı yönetilebilmesi için her şeyden evvel iyi anlaşılması zaruretini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.