Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’ta yapılan yıllık toplantısında gündemin birinci maddesi küresel işbirliğiydi. Başka bir deyişle ana tema, uluslararası kuruluşların yapılanmalarını, ekonomik, sosyal ve güvenlikle ilgili sorunlara çözümler getirebilecek şekilde “yeniden değerlendirmek, yeniden tasarlamak ve yeniden inşa etmek” idi. Gündemin özeti, katılımcıların – devlet başkanları, medya, çokuluslu şirketler ve uluslararası kuruluşlar - şu günlerde kendilerini gittikçe daha da savunmada hissettikleri izlenimini veriyor.
Tabii bu yeni bir şey değil. Davos müdavimliği bir süredir, özellikle eşik-altı mortgage kredilerinde yaşanan kriz ve küresel mali krizden bu yana eleştiri oklarının hedefiydi. Nasıl geçen yılki toplantılar piyasalara güvenin çöktüğü günlerde yapıldıysa, bu yılki toplantılar da, küresel yönetimin temel kuruluşlarına ve Davos benzeri forumların gündem belirleme kapasitesine olan inancın epeyce sarsıldığı bir zamana denk geldi.
Davos programı, küresel liderleri kamuoyunun güvenini yeniden kazanmaya, “yalnızca yeniden biçimlendirmenin meşruiyetini sağlamaya değil, aynı zamanda çabaların başarılı olacağına dair güven aşılamaya” çağırıyor. Ancak ne yazık ki, bu duyguların arkasında yatan temel varsayım, yani, global kurumların meşruiyetlerini yeniden kazanabilecekleri ve kazanmaları gerektiği düşüncesi, hatalı bir yaklaşım.
Öncelikle, dünyanın gittikçe daha çok kutuplu ve parçalanmış olduğu ve bununla birlikte herhangi bir global müdahelenin yönetilmesinin daha da zorlaştığı konusunda son bir yılda hiçbir soru işareti kalmadı.
1990’lı yıllarda küresel finans alanındaki sarsıntılar karşısında alınacak önlemlerin eşgüdümü, ABD’nin ağırlıklı söz sahibi olduğu belli başlı uluslararası kurumlar ve ABD üzerinde yoğunlaşmış durumdaydı. Örneğin, 1990’lardaki global mali sarsıntı sırasında, krizin en ağır yaşandığı ülkelere likidite sağlanması ve şirket kurtarma sürecinin yönetimi ABD Hazinesi, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası üçlüsünün omuzlarındaydı. 1990’lı yıllarda Batı Yarıküre’de bir ülkede doğal afet yaşandığı zaman (örneğin 1998’de Orta Amerika’yı vuran Mitch Kasırgası’nda olduğu gibi) yardım çalışmalarının ABD’nin liderliğinde yürütülmemesi söz konusu değildi.
Şimdi bu tabloyu 2009’da yaşananlarla karşılaştırın. Süregelen finansal krize karşı uygulanacak çözümün şekillenmesinde ABD, IMF ve Dünya Bankası gelişmeleri arka sıralardan izlerken, gündem belirleme rolünü ve krize karşı getirilecek yasal düzenlemelerin eşgüdümünü bunu büyük ölçüde muvakkat olarak üstlenen G-20’ye bırakmış durumda. Bu arada Fransa ile ABD, Haiti’ye yardım çalışmaları üzerinden birbirleriyle çekişme halindeler. Hatta, bir Fransız Bakan ABD’yi neredeyse askeri işgalle suçluyor. Aynı zamanda, Brezilya ve Venezuela gibi diğer bölgesel güçler Haiti yardımında öncü, hatta bazı bakımlardan şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir rol oynuyorlar.
İkinci ve belki de Davos katılımcıları açısından daha önemli bir konu, bu çok kutuplu dünyaya nasıl bir işbirliğinin en uygun olacağının hâlâ açıklığa kavuşmamış olması.
Uluslararası kuruluşların yönetiminin ekonomik gücün küresel dağılımı ile uyumlu olmadığı artık bir sır değil. IMF’nin İcra Kurulu’na şöyle bir göz atmak bile dünya ülkelerinin temsili açısından son derece dengesiz bir yapının söz konusu olduğunu görmeye yetiyor. IMF İcra Kurulu’nda Çin’in sahip olduğu oy hakkı, Fransa’nın yaklaşık dörtte üçü kadar. Belçika, Brezilya’dan % 50 daha fazla oy hakkına sahip ve 24 kişilik İcra Kurulu’nun 8 üyesi Avrupa Birliği ülkelerinin temsilcilerinden oluşuyor.
Bu temel çelişki, bu tür kuruluşların meşruiyetini büyük ölçüde ve muhtemelen geriye döndürülemez bir şekilde erozyona uğratmış durumda. 1990’lı yılların Asya krizini hatırlayan bir Doğu Asyalı politikacının, yeni bir kriz durumunda, mali destek için IMF’nin stand-by düzenlemesine ya da ABD Hazinesi’nin Döviz Stabilizasyon Fonu’na başvurması çok uzak bir ihtimal. Latin Amerika’da da, geçmişteki IMF ve ABD (doğrudan ya da dolaylı) müdahaleleri, 2000’li yıllarda bütün kıtada görülen sola doğru eğilimde rol oynadı.
Yıllardır, Davosçu anlayışın karşı karşıya kaldığı en önemli tehditler, küreselleşme karşıtlığı, milliyetçilik ve - Gordon Brown’ın geçtiğimiz Ocak ayında uyardığı gibi- dünyanın ekonomik oyuncularının korumacılık duvarının arkasına çekilmesi olarak görülmüştür. Bugün yaşanılan kriz de, tıpkı 1990’larda yaşanan krizler gibi, ilk başta ülkeleri küresel çapta parasal işbirliği ve makroekonomik eşgüdüm çözüm arayışına arayışına sevketti. Fakat aynı zamanda, bazı bölgelerin ekonomik açıdan birbirine bağımlı olması, bölgesel işbirliği yönündeki önerilere de güç kazandırdı.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında, yeni bir bölgeselcilik eğilimi hissedilmekte. Örneğin, geçen yıl, Vladimir Putin ABD dolarının boyunduruğunu kırma ve bölgesel güçlerden oluşan yeni bir küresel yapılanma için ortak hareket etme çağrısında bulunmuştu. Doğu Asya’da ASEAN + 3 (Çin, Japonya ve Güney Kore) yapılanmasının Chiang Mai girişimi bir Asya Para Birliği’nin ilk adımını oluşturabilir. Daha yeni bir hareket olsa da, Mercosur ile ANDEAN topluluğunun birleşmesiyle kurulan Güney Amerika Ülkeleri Birliği (UNASUR) ve Hugo Chavez’in önerisiyle kurulan Banco del Sur, bölgede birçokları tarafından Bretton Woods kurumlarını ve NAFTA’nın ağırlıklı konumunu dengeleyecek kuruluşlar olarak nitelendiriliyor.
Bu türden bölgesel girişimler bir takım endişelerden kaynaklanıyor. Birincisi, tarihsel deneyimlerin gösterdiği gibi, aynı ihracat pazarlarına aynı malları üreten komşu ülkelerde benzer etkiler yaratan finansal koşulların bulaşıcı özelliğinin yol açtığı riskler azaltılmak isteniyor. İkincisi, bölgesel ekonomilerin, o bölgedeki güçlerle daha fazla işbirliğine ihtiyaç duydukları algısından kaynaklanıyor. Diğer etkenler arasında, birçok ülkenin, özellikle bölgedeki daha gelişmiş ekonomilerin, ortalama gümrük tarifelerini düşürme eğilimleri, standartları ve yönetmelikleri (eğer ticaretin önünde bir engel oluşturmayacaklarsa) uyumlu hale getirmelerinin faydasının giderek daha fazla kabul görmesi ve son olarak, bölgesel ortaklar arasındaki ticaretin daha fazla yoğunlaşması sayılabilir.
2.Dünya Savaşı sonrası dönemde, tarihi rakiplerin günün birinde neredeyse bağımsız statüsüne sahip uluslararası bir örgütlenmeyi inşa edeceklerini kim hayal edebilirdi ki? Aynı şekilde, bugün de Latin Amerika ya da Doğu Asya’da sürdürülebilir nitelikte bölgesel yapılanmalar oluşturulması pek olası görünmeyebilir.
Alp Dağları’nın Davos köyünde bir araya gelenler, global ekonomik eşgüdüm mekanizmalarını yeniden biçimlendirmeye ve yeniden yapılandırmaya çalışmak yerine, bölgesel bağlılıkları derinleştirmenin yeni yolları üzerinde düşünmeye zaman ayırsalar çok daha yararlı bir iş yapmış olurlar. Küresel kurumlara olan güven kaybı bizleri uluslararası işbirliği konusunda kötümserliğe itmemeli. Tam tersine, 21. yüzyılın küresel ekonomisini yönetmeye en uygun mekanizmalar, belki de bölgesel örgütlenmelerdir.
|
Bu içeriğin telif hakkı Brookings Institutionʼa aittir. Brookings Institution, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Brookings Institution ve GIF bağlı kurumlar değildir. Brookings Institution GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Brookings Institutionʼın sitesindeki içerikten sorumlu değildir, Brookings sitesinde ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. |