GİF olarak, İnternet Sitesi’nin sağlanması ve bilgi toplumu hizmetlerinin sunulması için zorunlu çerezler kullanmaktayız. GİF tarafından kullanılan çerezlerin türü ve kullanım amaçlarına ilişkin detaylı bilgiler için Çerez Aydınlatma Metni’ni inceleyebilirsiniz.
X

Düşündürenler

 

Hangi Avrupa?: - ABʼnin Geleceği - Özdem Sanberk



Sizlere bir kez daha hitap etmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum. Bugünkü tartışmaların konusu “Hangi Avrupa?”. Bu, Türkiye’yi ve Türkiye’deki gelişmeleri doğrudan ilgilendirmeyen bir soru gibi görülebilir, ama ben burada, öyle olduğunu ve Türkiye’de yaşananların bir bütün olarak Avrupa’nın geleceğini genelde düşünüldüğünden çok daha fazla ilgilendirebileceğini savunacağım.

Sanırım dünkü tartışmalar Türkiye’nin bugün birkaç yıl öncekinden çok farklı bir yer olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya koydu. AB’ye katılım süreci son yıllarda Türkiye’nin geçirdiği evrimde önemli bir rol oynadı.

Bir de daha geniş ölçekli uluslararası arena var. Türkiye’nin bölgesel rolü, çevremizdeki ülkelerde ve ötesinde güçlü bir istikrar faktörüdür. Ticaret, yatırımlar, enerji ve ekonomik işbirliği yoluyla bölgesel istikrara destek olmak Türk dış politikasının temel öğeleri arasında yer alıyor. Türkiye’nin bölgesel istikrara verdiği önemin, Avrupalı ortaklarımızın çıkarlarına hizmet ettiği de aşikar.

Türkiye’nin katılım sürecinin bu aşamasında, normal olarak, AB ile her alanda dayanışmanın ülke yaşamına hâkim olması beklenirdi. Ancak Avrupa liderlerinden aldığımız sinyaller nedeniyle durum böyle değil. Türkiye’nin üyelik başvurusu Kıbrıs meselesi engeline takılmış durumda. Fakat Kıbrıs meselesi aslında bazı çevrelerdeki daha derin bir muhalefeti maskelemekte. Pek çok Avrupa ülkesinde kamuoyu Türkiye’ye karşı kimi zaman tam bir önyargı sınırına dayanan, artık güncelliğini yitirmiş bir tavra saplanıp kalmış gibi görünüyor. Avrupa’da kimi çevrelerin Türkiye’ye beslediği husumet, kendini doğrulayan bir kehanet gibi. İnsanlar bize Avrupa’ya ait olmadığımızı ve başka yere bakmamızı ne kadar sık söylerse, tavırlarımız ve yönelimlerimiz de AB’den o kadar çok uzaklaşıyor. Ondan sonra da, Avrupalı yorumcular “Türkiye başka yerlere bakıyor” diyor.

Ticaret ve ekonomi bir yana bırakıldığında ve gençlere yönelik ERASMUS değişim programı gibi başarıyla yürüyen birkaç etkinlik haricinde, AB’nin esas olarak Türk toplumunun hayalleri üzerinde bir çekim gücünün kalmadığını söylemek mümkün.

Oysa Avrupa’nın kalan kısmı bizim gelmekte olduğumuzu yıllardır biliyordu. Aşağı yukarı 1950’lerden müzakerelerin başladığı 2005 yılına kadar, Türkiye sürekli olarak Avrupa’yla daha fazla bütünleşmeyi ve AB’ye tam üyeliği hedef alan tutarlı bir politika izledi. Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca, Türkiye’nin ekonomi politikası AB’yle Gümrük Birliği göz önünde tutularak, tam üyelik perspektifiyle belirlendi ve bu sayede büyük bir başarı elde edildi. Gümrük Birliği, tüm eksikliklerine rağmen yaklaşık on beş yıl boyunca gayet iyi işledi ve Türkiye’nin son yıllardaki refahının temel nedenlerinden birini oluşturdu. Gümrük Birliği, Avrupa’da kimilernin savunduğu “imtiyazlı ortaklığı” bize zaten şimdiden sağlamakta.

Bütün bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin kendini yavaş yavaş Avrupa’dan uzaklaştıracağını, hatta belki de sonunda Avrupa’nın hasmı olacağını varsaymak için güçlü nedenler var mı? Bu soruya verilecek cevap sadece Türkiye’ye değil, Avrupa’nın evrimine, yani vizyonuna, ahlaki görüşüne, cesaretine ve de geçmişine sığınmak yerine geleceği şekillendirmedeki istekliliğine de bağlı olacaktır.

Genelde Türkler, özellikle de Türk bürokratlar arasındaki karamsar havaya karşın, Türkiye’de hâlâ, AB müktesebatının (acquis communautaire) reformları ve modernleşmeyi çabuklaştırıcı bir süreç olarak benimsenmesinden memnuniyet duyan bir kitle mevcut. Müzakerelerden Sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış, bundan bir ay önce, Türkiye’nin 2013 yılı sonuna kadar AB müktesebatının en az % 90’ına uyum sağlamış olacağını açıkladı. Bunu, müzakerelerin önü tıkandığında bile yapabiliriz. O vakit, “Türkiye üyelik koşullarını yerine getirse bile, AB Türkiye’yi asla kabul etmeyecek” şeklindeki görüşün sahiden doğru olup olmadığını görme zamanı gerçekten test edilmiş olacak.

Öte yandan, AB ve özellikle de Avro Bölgesi kendi içinde sıkıntılı ve deneysel bir dönemden geçiyor. Lizbon Antlaşması şimdiye kadar kamusal ve siyasi düzeyde bir yeniden atılım duygusu yaratmadı. Lizbon Antlaşması’nın ve oluşturduğu yapıların idari açıdan ve politikalarda daha büyük bir odaklanma yaratıp yaratmadığını görmek daha uzun zaman alacak.

Bu arada, AB Yunanistan’da ve hatta iki, üç ülkede daha bundan bir iki yıl önce hayal dahi edemeyeceği kadar büyük bir problemlerle boğuşmakta. Herhangi bir ülkenin para birliğinden ayrılma travmasını yaşamayı göze alması bana ihtimal dışı gelse de kriz, AB ülkelerinin ve bu ülkelerin kamuoylarının her şeye hâlâ nasıl ulusal açıdan baktığını gözler önüne serdi. Dayanışma şimdi gerçekleşmezse, Yunanistan gibi ülkeler bir kuşak boyunca karanlık bir gelecekle yüz yüze gelebilir. Böyle bir ders de, AB’nin daha küçük ve daha fakir ülkeleri tarafından göz ardı edilmeyecektir. Bu, daha fazla işbirliği ve dayanışma için bir uyarıcı işlevi mi görecek? Yoksa daha küçük AB üyeleri şartları biraz gevşetmek için açık kapılar bulmaya mı çalışacak?

Bir çözüm için AB’nin gelecekte alacağı şekle yönelik Birlik içinde daha fazla mutabakat olması gerekiyor. Almanlar ve Fransızlar, Avrupa’yı global anlamda söz sahibi bir süper güç yapmak için aktif çabalarına devam etmek istiyorlar. Almanya’nın hemen kuzeyindeki Avrupalı ortakları bunu onaylama eğilimindeyken, AB’de bu görüşü paylaşmayan çok sayıda üye bulunmakta.

İngiltere, AB bir süper devlet olsun istemiyor. AB’nin küçük üyeleri de buna ilgi duymuyor. Çoğu küçük ülkenin AB’den beklediği sağlam ve güvenilir bir Avrupa; refah ve barış dolu bir Avrupa; özgürlüklerin ve temel hakların esas olduğu bir Avrupa; çevre dostu bir Avrupa.

Türkiye’de malum nedenlerden ötürü henüz bu konu üzerine gerçek bir tartışma başlamadı: Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin geleceği konusunda belirsizlikler mevcut. Ama ben Türkiye’nin küresel ölçekte söz sahibi olan süper güç konumunda bir Avrupa’nın parçası olmaya itiraz etmeyeceği kanaatindeyim.

Nitekim, Türkiye’de pek çok kişi Avrupa’nın ancak Türkiye’nin üyeliğiyle küresel bir siyasi nüfuz elde edebileceği inancında. Benim görüşümü sorarsanız, süper güç haline gelmiş bir Avrupa hayaldir. Otuzdan fazla üyesi bulunan bir Avrupa için başka gerçekçi formüller tahayyül edilebilir. Bu konuya birazdan tekrar döneceğim.

Türkiye’ye muhalefet esas olarak Almanya, Avusturya ve Fransa’dan geldiğinden, Türkiye’nin üyeliği meselesi bir bakımdan AB’nin şimdiye kadar karşı karşıya kaldığı en ilginç sınavdır. AB üyelerinin ezici çoğunluğu, adı geçen bu üç ülkenin Türkiye’nin üyeliğine ilişkin görüşlerini paylaşmıyor. Önemli sayıda ülke Türkiye’nin katılımını prensipte destekliyor. Söz konusu çoğunluk engellenir ya da önü kesilirse, bu bize AB içindeki en temel meseleler ile ilgili nüfuz dağılımı hakkında bir şey söyleyecektir.

Şimdi, biraz da iyi haberlere dönelim. Yeni Avrupa’nın sanayi, sağlık ve güvenlik, eğitim, refahta adım adım kaydettiği büyüme ortada. Eğer bu dış politikada da hayata geçirilebilseydi –bu alanda gönüllü bir yakınlaşma, işbirliği ve diyalog ruhu daha güçlü olsaydı– bence Birlik kendini daha özgüvenli hisseder ve kararsız kesimden daha güçlü bir destek görürdü. Daha önce Erasmus’tan bahsettim. Erasmus sayesinde Avrupa’nın dört bir yanında (ve bu örnekte “Avrupa” ne mutlu ki Türkiye’yi de kapsıyor) kişisel deneyimleri ve dostlukları ulusal sınırların ötesine geçen, ortak bir bağı ve uyruğu paylaşan genç bir nesil yetişiyor. “Erasmus’ta olan Erasmus’ta kalır” diyorlar. Bu şanslı neslin hayatı boyunca Erasmus’ta kalacağını ve belki de bu şekilde, bugün bize kapanan kapıları açabileceğini düşünüyorum.

Peki bu gençler 20 ya da 40 yıl içinde nasıl bir Avrupa’da yaşayacaklar? Bu, 1950’lerdeki ve 60’lardaki Jean Monnet’lerin, Adenauer’lerin, Spinelli’lerin Avrupası’nın dirilmiş hali olmayacak. Ama onların Avrupası’na layık ve amacına daha yakın bir vâris olacak. Belki de çoğul bir Avrupa olacak.

Daha şimdiden birden fazla Avrupa var. Para birimi için bir Avro Bölgesi, gelişen bir Avrupa güvenlik ve savunma boyutu, bir Schengen Avrupası, hatta bir İçişleri Bakanlıkları Avrupası var. Bütün üyeler bunların hepsinde tek tek yer almıyor. O halde yeni trendin, bir çoğul coğrafyalar ve etki alanları Avrupası ya da bir esnek ya da örtüşen üyelikler Avrupası olduğu açık ama tabii ortak bir ruh ile paylaşılan bir istikamet dürtüsü ve duygusu da mutlaka mevcut. Avrupa Reform Merkezi’nden Charles Grant’in saptadığı gibi: 27 ya da 30 küsur üyeli bir Avrupa’da üyelik, farklı ülkeler için farklı anlamlara gelecek.

Ve Türkiye, eğer anayasal özgürlükleri derinleştirmeye yönelik iradesini devam ettirir, daha enerjik kentli bir toplum ve güçlü bir sanayiyle Avrupa politikasına odaklanmakta ısrarcı davranırsa, böyle esnek üyeliği olan bir Avrupa’da kendine bir yer bulacaktır.
Peki ya bulamazsa? Coğrafi, stratejik ve ekonomik değişmezler, Türkiye ve Avrupa’yı uzun bir süre birbirine bağlayacaktır.

Ama eğer Türkiye, Batı seçeneğinden yoksun kalırsa, Avrupa-Atlantik dünyasıyla bağları zayıflayacak ve iç ve dış politikasının bölgeselleşmesi sonucunda da radikalleşecektir. Bu da er ya da geç, bütün bölge üzerinde önemli sonuçlar doğuracaktır.

Buna karşılık, çoğul coğrafyalı bir Avrupa’da Türkiye’nin kabul süreci ilerler ve başarılı olursa, AB bu genişlemiş Avrupa’nın ne sulandığını ne de zayıfladığını, aksine geniş bir barış, güvenlik, istikrar ve refah alanında Roma döneminden sonraki en sağlam bütünleşmesini gerçekleştirdiğini görecektir.

Büyükelçi (E) Özdem Sanberk’in 10 Mayıs 2010 tarihinde Salzburg Global Seminars programı kapsamında yaptığı konuşma metni
X