GİF olarak, İnternet Sitesi’nin sağlanması ve bilgi toplumu hizmetlerinin sunulması için zorunlu çerezler kullanmaktayız. GİF tarafından kullanılan çerezlerin türü ve kullanım amaçlarına ilişkin detaylı bilgiler için Çerez Aydınlatma Metni’ni inceleyebilirsiniz.
X

Düşündürenler

 

Sorumsuz Paydaşlar?: Yükselen Güçleri Entegre Etmenin Zorluğu - Stewart Patrick

Amerika Birleşik Devletleri’nin önümüzdeki onyıllarda ilgilenmesi gerekecek olan en önemli stratejik meselelerden biri yükselen güçlerin uluslararası kurumlara entegre edilmesi olacak. Brezilya, Çin ve Hindistan’ın gösterdikleri çarpıcı büyüme ile Endonezya ve Türkiye gibi orta büyüklükteki ekonomilerin yükselişi jeopolitik manzarayı değiştirmekte ve II Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan liberal düzenin kurumsal temellerini sınamaktadır. Obama yönetimi, dünya meselelerinde söyleyecek sözü olan ülkelerin sorumluluk sahibi küresel aktörler olacağına inanarak yükselen güçlerle işbirliğine dayalı ilişkilerin geliştirilmesini destekliyor. Ancak ABD, yükselen ülkeleri uluslararası topluma dahil etmenin kolay olacağına dair bir hayale kapılmamalı. Hızla gelişmekte olan ülkeler daha fazla küresel nüfuz için seslerini yükseltiyor olsalar da, sıkça Batı’nın liberal düzeninin beraberinde getirdiği siyasi ve ekonomik temel kurallara karşı koyuyor, mevcut çok taraflı düzenlemeleri başka kalıplara sokmak için çabalıyor ve önemli küresel sorumluluklar üstlenmekten kaçınıyorlar.


Önümüzdeki on yıl içinde ve sonrasında ABD, bir yandan oluşumunda ve daha sonrasında müdafaasında destek verdiği Batı’nın liberal düzenini muhafaza ederken, diğer bir yandan da yeni güçlerin küresel yönetişimin yenilenen yapılarına uyumunu sağlamak durumunda olacak. Dünya kaotik bir çağa giriyor. Küresel vizyonlar yarışacak, normlar değişime uğrayacak ve dün kurallara uymak zorunda olanlar, yarın kural koyucu konumuna gelecekler. ABD’nin hem uygulama düzeyinde hem de psikolojik olarak bu yeni duruma ayak uydurması gerekecek. ABD’li yetkililerin çok taraflı işbirliği gayelerini yeni duruma uyarlamaları ve ABD’nin dünyadaki rolüne ilişkin eski varsayımları gözden geçirmeleri gerekmekte.

OBAMA’NIN HEDEFLERİ SINAVDAN GEÇİYOR

ABD Başkanı Barack Obama’nın yükselen güçlere yaklaşımı, Çin’i uluslararası sistemde “sorumlu bir paydaş” olmaya teşvik eden George W. Bush’un yaklaşımına dayanıyor. Bush yönetimi Çin’i geçerli davranış standartlarını benimsemeye, yeni bölgesel ve küresel yükümlülükleri kabul etmeye davet etmiş, Pekin’den merkantilist politikalarını terk etmesini ve nükleer programından vazgeçmesi için Kuzey Kore’ye baskı uygulamasını istemişti.

Obama bu “sorumlu paydaş” ilkesini, daha geniş küresel çapta bir kurumsal reform gündemiyle ilişkilendirerek, tüm yükselen ülkeleri de kapsayacak şekilde genişletti. Mayıs 2010 Ulusal Güvenlik Stratejisi, yükselen güçleri dünya düzenine entegre etmeyi kuralları olan bir uluslararası sistemin yapı taşı olarak öngörüyor.Belge çarpıcı ve doğru kabul edilmesi gereken varsayımlara dayanıyor. “Birbirine bağlanmış bir dünyada güç, artık toplamı sıfır olan bir denklem değildir” diyor. Geçmişte, devlet idaresinin amacı güç dengesini yönetmekti; bugün ise küresel anlamda karşılıklı bağımlı olma durumunu yönetmek. ABD, belgede söylendiği gibi, “küresel güvenliğin teminatçısı olma” ve uluslararası kurumları yenileme yükümlülüğüne bağlı kalsa da, bunu tek başına yapamaz. Strateji belgesi’ne göre, “Daha fazla söz ve temsil talep eden yeni ve yükselen güçler, karşılaşılan küresel meselelerin çözümünde daha fazla sorumluluk üstlenmeyi kabul etmelidirler.”


Burada alkışlanacak çok şey var. Uygulanabilirliği konuşursak, günümüzün uluslararası sorunlarının hiçbiri sadece Batı’nın temsilcilerinin bulunduğu bir toplantı odasında çözüme kavuşturulamaz. Enerji güvenliği noksanlığından finansal istikrarsızlığa, iklim değişikliğinden terörizme ve bulaşıcı hastalıklara uzanan ve çözüm bekleyen karmaşık meseleler hem yerleşik hem de yükselen güçlerin katkısını gerekli kılıyor.


Burada güçlü bir jeopolitik mantık da bulunuyor. Tarihsel olarak, güç geçişleri tehlikelerle dolu olmuştur. Statükocu devletler yeni güçlere yer açmaya karşı direnirler. Obama yönetimi, bugünün düzeninde yükselen ülkelere daha fazla söz hakkı vererek, mevcut düzenlemelerin meşruluğunu artırmayı ve geçerli liberal normları hedef alan saldırıların önüne geçmeyi umut ediyor. Bu politikanın merkezinde Lyndon Johnson’ın kuralı yatıyor. Johnson’ın bir zamanlar FBI Direktörü J. Edgar Hoover hakkında –biraz daha keskin bir dille de olsa– söylediği gibi, zor oyuncuları çadır dışında bırakarak sorun çıkarmalarına fırsat vermek yerine çadırın içine almak daha iyidir. Rekabetçi, çok kutuplu bir dünya kavramını reddeden Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, büyük devletlerin (ve devlet dışı aktörlerin) küresel güvenlik, istikrar ve refah alanlarında ortak çıkarları doğrultusunda işbirliği yaptığı, “çok ortaklı” bir dünya vizyonunu öne sürdü. Obama yönetimi, aralarında Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Rusya, Güney Afrika ve Türkiye’nin de bulunduğu, Batı dünyasının dışında kalan başlıca güçler ile iki taraflı diyaloglar başlattı.


Buna karşılık, Brezilya ve Türkiye geçtiğimiz ilkbaharda, Obama yönetiminin entegrasyon çabalarının neden sıkıntılı olabileceğini gösterdi. İki ülkenin liderleri, İran’ın düşük oranda zenginleştirilmiş uranyumunu ülke dışında yeniden işlemesine izin verecek uranyum zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili bir anlaşmaya aracılık etme çabasıyla, kendilerini birdenbire, İran’ın nükleer emelleri konusunda uzun süredir devam eden görüşmelerin ortasına attılar. Washington’da, Paris’te ve Londra’da, siyasi yelpazenin her kesiminde, girişimi amatörce ve zamansız bulan sesler yükseldi. Brezilya-Türkiye hamlesi BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı eylemini durduramadı, ancak Brezilya ve Türkiye ek yaptırımlara karşı oy kullanarak, ABD’ye ve konseyin diğer daimi üyelerine meydan okudular. Bu olay, yeni güçlerin sorumlu paydaşlar olarak entegre edilmesinin, Obama yönetiminin tahmin ettiğinden çok daha ustalık isteyen bir iş olacağını gösteriyor.


ÇOK TARAFLILIK OLMADAN ÇOK KUTUPLULUK

Hala, Beyaz Saray’ın kabullenmek istediğinden daha fazla Hobbes tarzı bir dünyada yaşıyoruz. Küresel karşılıklı bağımlılık artıyor; ama temel çıkarlar hâlâ çatışıyor ve stratejik rekabetler sürüp gidiyor. Obama yönetimi, ABD hegemonyasının gerilemesine ağırbaşlılıkla yaklaştığı izlenimini veriyor; ortak ulusal çıkarlar ile karşılıklı güvenlik açmazlarının, yerleşik ve yükselen güçlerin, nükleer silahların çoğalmasını durdurma, iklim değişikliğininin etkilerinin minimumda tutulması, terörizmle mücadele ve açık, liberal bir uluslararası ekonomik düzeni muhafaza etme gibi kolektif amaçlar gütmesine izin vereceğini öngörüyor. Ama daha karanlık bir senaryoyu göz ardı ediyor: Eğer yeni küresel düzen çok taraflılığın olmadığı bir çok kutupluluk çağına yol açarsa, o zaman ne olacak??

Herşey hesaba katıldığında, gücün dağılmasının hem yerleşik ve yükselen güçler arasında, hem de yükselen güçlerin kendi aralarında süregelen stratejik rekabeti şiddetlendirmesi muhtemeldir. Neticede, dünyanın büyük milletleri aynı anda birden fazla oyun oynamaktadırlar. Finansal reform ya da terörle mücadele alanlarında işbirliği yapsalar dahi, pazar payı, stratejik kaynaklar, siyasi nüfuz ve askeri üstünlük için kıyasıya bir rekabete de girebilmektedirler. ABD için asıl mesele, yükselen güçlerle hem ortaklık hem de rekabet unsurları içeren ilişkilerini nasıl yöneteceğidir.


Mesela ABD-Çin ilişkilerini ele alalım. Obama yönetimi Çin’in Doğu Asya’daki niyetine dair “stratejik güvence” –yani, Pekin’den, kendisinin küresel rolü büyürken, komşularının güvenliğini tehlikeye sokmayacağına ve mevcut ABD ittifaklarına meydan okumayacağına dair işaretler– bekliyor. Çin’in yakın vadede tekneyi sarsmamak için ekonomik nedenleri olsa da, uzun vadede, ABD ve Çin’in hedefleri daha az bağdaşabilir. ABD, Çin’in egemen olmaya çalıştığı bir bölge olan Doğu Asya’da istikrarlı bir güç dengesi istiyor. Aynı zamanda Çin’in çoğulcu bir demokrasi olmasını da arzu ediyor–bu, büyük olasılıkla Çin Komünist Partisi’nin karşı çıkacağı bir istek.


Yükselen güçlerin kendi aralarındaki rekabeti de çok taraflı işbirliğini güçleştirebilir. Bu en bariz şekilde, 3.500 kilometreyi bulan ihtilaflı bir sınırı paylaşan, bölgesel nüfuz ve doğal kaynaklar için rekabet eden ve karşılıklı askeri kapasitelerindeki değişimlere son derece duyarlı olan Çin ve Hindistan arasında görülüyor. Çin’in Hindistan’ın komşularıyla kurduğu yakın ilişkiler, Yeni Delhi’de stratejik kuşatılma korkusu yaratıyor ve iki ülkenin denizlerdeki rekabeti Hint Okyanusu’nda artış gösteriyor.


Son olarak, yerleşik ve yükselen güçlerin temel çıkarlarının buluştuğu –terörizm, iklim değişikliği, nükleer silahların çoğalması ya da küresel finansal istikrar gibi– meselelerde bile, devletlerin öncelikleri farklılık gösterebiliyor. Kuzey Kore bunun en açık örneğidir. Hem ABD hem de Çin Kuzey Kore’nin nükleer programının ortadan kaldırılmasını istiyor. Ama Washington bu hedefe yüksek bir öncelik verirken, Pekin her şeyden önce Pyongyang ile olan sıcak ilişkileri korumaya çalışıyor. Başarısız bir devletin (failed state) sınırlarında yaratacağı anarşiden ürküyor ve Kore Yarımadası’nın Çin’in çıkarları ile çatışabilecek demokratik bir hükümetin yönetimi altında birleşmesi yerine, statükonun korunmasını tercih ediyor. Pekin’in, BM Güvenlik Konseyi’nin Temmuz ayında aldığı bir kararda, o yıl bir Güney Kore askeri gemisinin batırılması olayının, aşikâr fail Kuzey Kore’yi ad zikrederek suçlamadan yumuşak bir kınamayla geçiştirilmesini sağlamasının altında yatan neden buydu.


UZLAŞMA İKİNCİ SIRADA GELEBİLİR

Yükselen Batılı olmayan güçler ABD’nin küresel yönetişim görüşünü paylaşmıyor. Washington için ideal senaryo, tıpkı Avrupa Birliği’ne giren ülkelerin AB müktesebatını (acquis communautaire), yani bütün AB yasalarını kabul etmesi gibi, yükselen güçlerin de Batı’nın ilkelerini, normlarını ve kurallarını benimsemesi olurdu. Ama yükselen ülkeler mevcut kuralları olduğu gibi ve tümüyle benimsemeye değil, aksine değiştirmeye niyetliler. Bu ülkeler sorumlu egemenliğin sınırlarını belirlemede ABD’yi tek otorite olarak görmüyorlar. Uluslararası düzenlemeleri işlerine yarayacak biçimde yeniden şekillendirmede kendilerini yetkili görüyorlar. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in diğer birçok şeyin yanı sıra doların dünyanın rezerv parası olmasını sorguladıkları ve uluslararası finans kuruluşlarında daha fazla söz hakkı talep ettikleri yıllık BRIC zirvelerinde bu ortak duruş sergileniyor.

Yerleşik ve yükselen güçler arasında bir diğer önemli gerilim kaynağını da, ulusal egemenliğin sınırları oluşturuyor. Yükselen güçlerin çoğu, Batılı çevrelerde yaygın olan, egemenliğin şarta bağlı olduğu ve kitlesel kıyımlar yapan, terörizmi destekleyen ya da kitle imha silahları edinmeye çalışan devletlere karşı uluslararası müdahalenin haklı olduğu inancına kuşkuyla yaklaşıyor. Bu kuşkuculuk, Myanmar (Burma olarak da bilinir), Sri Lanka, Sudan ve Zimbabwe gibi ülkelerdeki insan hakları ihlallerine cevaben BM Güvenlik Konseyi’nin etkin müdahalesine karşı çıkan Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi demokrasilerde dahi hakim.


Yerleşik ve yükselen güçler arasındaki ilkesel ayrılıklar başka alanlara da uzanıyor. Nükleer güç sahibi ülkeler ile nükleer güç sahibi olmayan ülkelerin karşılıklı sorumluluklarına dair tartışmalar, Nükleer Silahların Çoğalmasını Önleme Antlaşması Ek Protokolü üzerinde bir uzlaşmaya varılması da dahil olmak üzere, nükleer silahların çoğalmasını önleme yolunda ilerlemeyi engelledi. Örneğin Brezilya, kendi nükleer tesislerinde ek denetimleri kabul etmeden önce, nükleer silah sahibi ülkelerin silahsızlanma yükümlüklerinde anlamlı bir ilerleme kaydetmeleri gerektiğinde ısrar ediyor.


Benzer tartışmalar ekonomik ilişkilerde de ortaya çıkıyor. Bugünün bütün yükselen oyuncuları, küresel yönetişimde daha fazla söz sahibi olmaya çalışıyor, ama bu, daha fazla küresel yönetişim istedikleri anlamına gelmiyor. Bu güçlerin Uluslararası Para Fonu’nun reform gündemine ilişkin görüşleri, bunun tipik bir örneği. G-20’deki pek çok Batılı ülke, IMF’nin daha açık bir gözetim rolü üstlenmesini ve üye ülkelerin makroekonomik politikalarını, regülasyon çabalarının sonuçlarını ve bu ülkelerin uluslararası finansal krizlerin yayılmasında taşıdıkları riskleri takip etmesini istiyor. Çin, Hindistan ve Suudi Arabistan ise, aksine, IMF’ye daha büyük bir rol verilmesine karşı çıkıyorlar; sahip oldukları ayrıcalıklara hiçbir ek müdahale olmadan, daha fazla oy hakkı istiyorlar.


Obama yönetimi, nükleer silahların çoğalmasını önleme ya da ticaret gibi alanlarda uluslararası kuralların uygulanması konusunda sık sık ısrarlı davranıyor. Dünyadaki büyük oyuncuların da kendisi gibi küresel güvenliğe, çözüm bekleyen ekonomi ve çevre meselelerine doğal olarak öncelik vereceğini varsayıyor. Ama yükselen güçler mevcut uluslararası kuralların hepsini kabul etmiyor; Beyaz Saray ise, tercihleri ABD’ninkilerle gerçekten uyuşmadığında, bu güçleri işbirliğine ikna etmek için neler yapacağı veya yapabileceği konusunda pek az ipucu sunuyor.


SORUMLULUK OLMADAN GÜÇ

Yükselen güçler çoğunlukla, gücün yükümlülüklerini yerine getirmeksizin ayrıcalıklarından yararlanmaya yatkındırlar. Hiçbir çaba sarf etmeden, yerleşik güçlerin katkılarından yararlanmayı tercih ederler. Uluslararası yükümlülükleri kabul etmenin kendi gelişimlerini tehlikeye atabileceği kaygısı bu içgüdüyü daha da pekiştirir.

Yükselen ülkeler, birbiriyle çelişen kimliklerle boğuşuyorlar. Küresel meselelerde seslerini daha yüksek çıkarmaya çalışırlar, fakat “kalkınmakta olan ülke” kimliğini taşıdıklarından, kendi sınırları içindeki yoksulluğu hafifletme yükümlülüklerine de bağlı kalırlar. Bu yüzden yurtiçi büyümelerini köstekleyecek küresel inisiyatiflere direnirler.


Bu ikili kimlik zaman zaman yükselen güçlerin Kuzey-Güney bölünmelerinde köprü olmalarını sağlayabilir. Ama bu aynı zamanda, diğer gelişmekte olan ülkelerle dayanışma kurmak ile küresel emelleri arasında gidip gelmelerine ve bunun sonucunda zarar görmelerine yol açabilir. Obama yönetimi yetkilileri, yükselen güçlerin G-20’de gelişmiş ülke kılığına bürünüp, başka forumlarda ise gelişmekte olan ülkelerin uzun süredir devam eden mağduriyetine atıfta bulunmalarını alaycı bir şekilde anlatıyorlar.


En önde gelen bazı yükselen güçler, gelişmekte olan ülke bloklarının elebaşları konumunda bulunmaktalar. Örneğin, Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika 77’ler Grubu’nun (G-77) liderleri; son üçü ise aynı zamanda Bağlantısızlar Hareketi’nin üyesi. Her iki grup da Kuzey-Güney arasında artık terk edilmiş ideolojik ayrımları pekiştirerek çok taraflı işbirliğine mani oluyorlar. ABD ile güçlü ikili ilişkilerine rağmen bu yükselen oyuncular, tribünlere oynama ve BM Genel Kurulu’nda, İnsan Hakları Konseyi’nde ve başka çok taraflı forumlarda ABD’nin tercihleri aleyhine oy kullanma eğilimindeler. Obama’nın,“miadını doldurmuş” blok zihniyetlerini terk etme gerekliliği üzerine yaptığı konuşmalara rağmen, yükselen güçler bu tavrı benimsemeye pek niyetli gözükmüyorlar.


İç politika dinamikleri entegrasyon çabalarını zora sokuyor. Hem yerleşik, hem de yükselen güçlerin liderlerinin, gitgide karmaşıklaşan ve sorun yaratan çok taraflı gündem ile ülkelerinin iç politika gerçeklerini bağdaştırmaları gerekiyor. Bu baskıların da haliyle aralarındaki ortaklıkta gerginlik yaratma olasılığı var.


Örneğin, sahip oldukları siyasi rejim modeli, siber-güvenlik alanında ABD-Çin işbirliğini sınırlıyor. ABD açık, küresel, nispeten anonim bir siber uzay vizyonunu desteklerken, Çin’in vizyonu devlet kontrolünü temel alıyor. Her iki ülke de interneti kriminal faaliyetlerden uzak tutmakla ilgileniyor, ama Pekin sansürde ısrar ettiği ve internetteki muhaliflere baskı uyguladığı sürece, çok taraflı herhangi bir sistem üzerinde nasıl anlaşabileceklerini bilmek zor.


Ama yine de, Obama’nın karşılıklı çıkara ve saygıya dayalı daha kapsamlı ilişkiler (engagement) stratejisi, iklim değişikliği, nükleer silahların çoğalması ve finansal istikrarsızlık gibi küresel sorunların üzerine gitmek için, sadece demokrasilerle değil, demokratik olmayan rejimlerle de anlamlı bir işbirliği yapmak gerektiğini pragmatik bir şekilde kabul ediyor. Küresel yönetişim farklı zihniyette olanlar arasında işbirliğini gerektiriyor. Ama aynı zihniyette olanlarla işbirliği de kesin sayılamaz. Demokrasi, ABD çıkarlarına bağlılık konusunda güvenilir bir dayanak sağlamaz. ABD son zamanlardaki diplomatik çekişmelerinin bazılarını büyük yükselen demokrasilerle yaşadı. Brezilya, parlak devlet başkanı Luiz Inácio Lula da Silva’nın yönetiminde, Kolombiya’daki ABD askeri varlığından Washington’ın İsrail yanlısı olduğu iddiasına kadar, ABD’nin uluslararası rolüne yönelik yaptığı eleştirilerle öne çıkan küresel bir profil edindi. Onyıllardır güvenilir bir ABD müttefiki olan Türkiye de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetiminde, Ortadoğu politikasında bağımsız bir duruş belirleyerek, yakın tarihi boyunca izlediği tarafsızlığını terk etti ve İsrail’le ilişkilerini bu ülkenin Gazze politikasına endeksledi.


İÇERİDEN GELEN DEĞİŞİM

Bugünün dünyası, II. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi boş bir yazı tahtası değil. Obama yönetiminin sık sık belirttiği gibi, II. Dünya Savaşı sonrasında, ileri görüşlü bir ABD’li lider kuşağı Batılı ve liberal bir uluslararası düzenin temellerini attı. Bu liderler arkalarında, uluslararası ve bölgesel, resmi ve gayri resmi, genel amaçlı ve konu bazlı pek çok kurum bıraktılar. Dünya savaşı türünden bir felaket olmadıkça, mevcut organlar içinde nüfuzun yeniden dağıtımı zorlu bir mücadele olacaktır. Söz konusu kurumun önemi artıkça, güçlü üyelerin kurum içinde otoritelerinin zayıflatılmasına karşı direnişi de o kadar büyük olacaktır.

Örneğin, Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’ne herhangi yeni bir daimi üye alınmasına karşıdır. Konseyin beş daimi üyesinden hiçbiri veto yetkisinin kısıtlanmasına ya da bu yetkinin başkalarına da tanınmasına rıza göstermeyecektir. Ya da Uluslararası Enerji Ajansı’nı (IEA) ele alalım. Bu kurum Rusya gibi büyük enerji tedarikçilerini olduğu kadar, Çin ve Hindistan gibi büyük enerji tüketicilerini de dışlamaktadır. Görünüşte, bunun arkasındaki mantık, IEA’ya üye olan ülkelerin Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi olması gerekliliğidir. Ama bunun daha çıkara dayalı bir başka açıklaması bulunmaktadır: IEA’da oyların ağırlığı, 1974 yılında her üyenin küresel petrol tüketimindeki payına dayanarak belirlenmiştir ve petrol tüketimi Çin’de sekiz, Hindistan’da altı kat artmışken Kuzey Amerika ve Avrupa’da esas olarak sabit kaldığından, şu anki IEA üyeleri bu düzenlemeyi korumak istemektedir. Kazanılmış haklar, Dünya Bankası’nda, IMF’de ve başka uluslararası finans kuruluşlarında sürüp giden yönetişim tartışmalarında da devamlı gündeme getirilmektedir.


Kuşkusuz, küresel ekonomideki son baş aşağı gidişin yarattığı şok belli bir değişikliğe yol açtı. Çok taraflı işbirliğinde, küresel güçteki dramatik kaymaları yansıtan ilk büyük uyarlama, G-20’nin uluslararası ekonomik işbirliğinin ana forumu haline gelmesi oldu. G-20, küresel finansın uluslararası standartlarını güçlendirmek için Nisan 2009’da Finansal İstikrar Kurulu’nu oluşturdu. IMF’nin kaynakları genişledi. Hem IMF’nin, hem Dünya Bankası’nın üyeleri, bu kuruluşlarda oyların ağırlığını ve kotaları, yükselen piyasa ekonomileri lehine yüzde birkaç puan artırma konusunda anlaştılar. Ama bu reformların genel etkisi mütevazıdır. Bu, 65 yıl önceki gibi küresel bir sistemin kuruluş anı değildir.


Her halükârda, yükselen güçleri mevcut kurumlara sokmaya yönelik daha iddialı çabalar bile etkili olma ile meşruluk arasındaki olası takaslar nedeniyle sınırlı kalacaktır. Bu kaygı BM Güvenlik Konseyi’nin genişlemesi tartışmalarının ana meselesidir. ABD’nin BM nezdindeki Büyükelçisi Susan Rice’ın Şubat 2009 tarihinde BM Genel Kurulu’nda ifade ettiği gibi, “ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uzun vadeli meşruluğunun vesürdürülebilirliğinin, yirmi birinci yüzyıl dünyasını yansıtmasına bağlı olduğuna inanmaktadır.” Rice, konuşmasının devamında, herhangi bir genişlemenin Güvenlik Konseyi’nin “gücünü ya da etkinliğini azaltmaması” gerektiğini de belirtti. Daha geniş, daha kapsayıcı bir Güvenlik Konseyi, ABD’nin kritik kararlarda yeterli oyu toplamasını zorlaştırabilecektir.


Mevcut forumları genişletmek fikir birliğine varmayı da zorlaştırabilir. Rusya’nın varlığına rağmen hâlâ Batı’nın baskın olduğu bir dost meclisi olan G-8’den, çok daha çeşitli bir organ olan G-20’ye geçişte, bu son derece barizdir. Heterojenliği göz önünde bulundurulduğunda, G-20’nin kısa vadede İran’ın nükleer programı ya da Sudan’daki şiddet gibi hassas güvenlik ve politika meselelerinin ele alınacağı bir mecra haline gelmesi ihtimal dahilinde değildir.


BÜYÜK PAZARLIK

ABD’nin günümüzün küresel meselelerinin çözümü için yükselen güçlerin desteğine bel bağlamaktan başka bir seçeneği yoktur. Ancak ABD bu ülkeleri çözüm sürecine savaş sonrası düzenin özünü muhafaza edecek şekilde dahil etmelidir. Siyaset bilimcisi G. John Ikenberry, bir “kurumsal pazarlık” için zamanın geldiğini öne sürmektedir: ABD, çok taraflı çerçevelerde, baskın konumunu korurken, Batı modeline dayanan bir uluslararası düzen için, nüfuzundan kısmen vazgeçerek, yükselen güçlerin desteğini alabilir.

Fakat ABD bunu nasıl yapmalı? Yükselen güçler, erken söz hakkı tanımanın sorumluluklarını daha çabuk üstlenmelerini sağlayacağı varsayımıyla, sisteme hızla mı entegre edilmeli? Ya da aşamalı bir yaklaşım benimsemek, yükselen güçlerin kulübe girişini, oyunu küresel kurallara göre oynamaya ve yeni yükleri sırtlamaya istekli olduklarını kanıtlamaları şartına bağlamak daha mı akıllıca olur? Aslında her iki yaklaşım da hayal kırıklıkları yaratabilir.


Dünyanın yükselen güçlerinin ABD’nin stratejik ortakları olacağının garantisi yoktur. Washington yükselen güçlerin dünya sahnesinde daha fazla sorumluluk almalarını isteyebilir, ama bu güçlerin tercihlerini kontrol edemeyecek ve katılımlarının sonuçlarını her zaman beğenmeyecektir. Tabii ki, bugünün yükselen ülkeleri arasında ortak bir dünya görüşü yoktur. Ama ABD’nin gücü azaldıkça, yükselen güçler, mevcut kurumları kendi amaçlarına uydurmak için bunları sınamanın, etkilerini azaltmanın ya da gözden geçirmenin yollarını arayacaklardır. ABD’nin ne zaman tavır koyacağına,ne zaman müdahele edeceğine, ne zaman da onaylamak ya da onaylamamakla yetineceğine karar vermesi gerekecektir. Bunun, uygun görülen ulusal egemenliğin sınırları, devlet ile piyasa arasında olması istenen denge ve siyasi meşruiyetin uygun temelleri konularında sürüp giden tartışmalara yol açması muhtemeldir.


Soğuk Savaş sırasında ABD kapitalist demokrasiler arasındaki dayanışmaya güvenebiliyordu. Yirmi birinci yüzyılda ise çok taraflı işbirliğinin normatif temelleri daha zayıf olacaktır. Mükemmel olmasa da 1800’lerin başında Avrupa’da oluşan güç dengesiyle (Concert of Europe/Avrupa Uyumu) tarihsel bir paralellik kurulabilir. Bu düzenleme, geleneksel güç dengesini bir haklar dengesiyle mayalayarak, birbirinden farklı olan Batılı güçler (Fransa ve Birleşik Krallık) ile Kutsal İttifak’ın otoriter monarşileri (Avusturya, Prusya ve Rusya) arasında bir köprü kurulmasına imkan tanıdı. Bugünkü küresel işbirliği de benzer bir mantık izleyebilir. ABD’nin ülkelerdeki rejimlerin yapısını daha az dikkate alması ve demokrasinin eksik olduğu ya da hiç olmadığı ülkelere tolerans göstermesi gerekebilir. ABD, yükselen güçlerin milli hassasiyetlerinin (ki bu ABD’nin müdaheleci, uluslararası işbirliğini hiçe sayan ve savaşa meraklı bir ülke olduğuna dair algıları da içerebilir) ve hükümetlerin halk nezdinde ABD’ye karşı duyulan bu tür negatif duyguları kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanma eğilimlerinin farkında olmak zorundadır. Eski düzeni mümkün olduğunca koruyarak yeni güçleri ortama uydurmak, tıpkı iki yüzyıl önceki Avrupa Uyumu sisteminde olduğu gibi, sürekli bir dengeleme işi olacaktır.


Yine de, Chicago Küresel İlişkiler Konseyi’nden Thomas Wright’ın gözlemlediği gibi, Obama yönetimi, ABD’nin çıkarları diğer ülkelerin çıkarlarından uzaklaştığında işbirliğinin nasıl teşvik edileceği konusunu henüz yeterince ciddi düşünmemiştir. Mayıs 2010 tarihli Milli Güvenlik Stratejisi belgesindeki yükselen güçlerle olası çıkar çatışmalarına ilişkin kısa tartışma oldukça dar ufuklu gözükmektedir: “Ve ulusal çıkarlar çatıştığında –ya da ülkeler çıkarlarını farklı biçimlerde önceliklendirdiklerinde– uluslararası normlara meydan okuyan ya da egemenlik alanlarındaki sorumluluklarının gereğini yerine getiremeyen uluslar, uluslararası toplulukla daha büyük entegrasyon ve işbirliğinin getirdiği teşviklerden mahrum bırakılacaktır.” Bu lafın İran, Kuzey Kore ve Venezuela’ya gittiği açıktır da “haydutluk” etmeyen yükselen güçlere gidip gitmediği pek açık değildir. Mesela eğer Brezilya, Çin ya da Türkiye kritik meselelerde çıkarlarının ve önceliklerinin ABD’ninkilerden farklı olduğunu düşünürlerse ne olacak? Bu arada, ABD yükselen güçlerin küresel kamu mallarına katkıda bulunmaktan kaçınmalarına izin vermemelidir. Bu katkılar zaman zaman “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesini izleyebilir.


1992 yılında Rio’da gerçekleşen Yeryüzü Zirvesi’nde benimsenen ve 1997 Kyoto Protokolü’ne dahil edilen bu ilke, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için kendi iç kapasiteleri temelinde farklı yükümlülükler belirler. Ancak ABD, hızla büyüyen ekonomilerin yerli yersiz kendi iç gelişmelerinin yarattığı kısıtlamaları öne sürmelerine karşı direnmeli, yerleşik ve yükselen güçlerin sorumluluklarını zaman içinde dengelemek adına açık seçik kıstaslar koymakta ısrarcı olmalıdır. Daha genel olarak, ABD yükselen güçlerin uluslararası statülerindeki, söz haklarındaki, ağırlıklarındaki her ilerlemeyi, bu ülkelerin dünyanın istikrarına yaptıkları somut katkı ile ilişkilendirmelidir.


Gitgide miadını dolduran BM Güvenlik Konseyi’nde reform, daimi üyeliğe alınmanın temel kuralları konusunda ABD’nin ısrarcı olmasını gerektiren bir alandır. Yeni daimi üyelik sandalyeleri yalnızca uluslararası barış ve güvenliğin güçlenmesine katkıda bulunmak için somut çabalar gösteren devletlere verilmelidir. Bu çabaları ölçmek için kullanılacak makul ölçütler arasında, bir ülkenin gerektiğinde BM adına küresel ya da bölgesel olarak konuşlandırabileceği askeri (ve sivil) bir kapasiteye sahip olması; BM’nin olağan ve barış koruma bütçelerine anlamlı bir katkıda bulunuyor olması; BM Sözleşmesi’nde yaptırımlar uygulama ve askeri güç kullanma yetkisini veren 7’inci Madde’deki zorlayıcı araçları kullanmaya istekli olması; siyasi çözümlere aracılık etme yeteneğine sahip olması; ve güvenlik rejimlerine uyma ve bunlara uyulmasını sağlama konusunda iyi bir sicili olması yer alabilir. ABD, seçilmek için somut uygunluk kıstasları önererek, buna hevesli devletleri Batı’nın beklentilerini karşılamaya teşvik edebilir.


BM Güvenlik Konseyi’nde yapılacak herhangi bir düzenleme zaman alacaktır. Bu arada ABD, G-20 çerçevesini, Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi yükselen güçleri şu anki dünya düzenine sağlam bir şekilde bağlamak ve kur dengesizlikleri, iklim değişikliği, barışı koruma, kalkınma işbirliği ve nükleer silahların çoğalmasını önleme gibi meselelerde bu güçlerle karşılıklı anlayışı geliştirmek için kullanmalıdır. Artık kendini kabul ettirmiş olan güçler, G-20’ye gerçek bir nüfuz imkânı vererek ve gündemi peyderpey genişleterek, yükselen güçleri egemenlik, müdahale etmeme ve ekonomik kalkınma konularında G-77 tarafından savunulan modası geçmiş yaklaşımların ağırlığından kurturarak daha pragmatik politikalar benimsemeye teşvik edebilirler. Dinamik bir G-20, yükselen güçlerin Güvenlik Konseyi üyeliği için yeterliliklerini kanıtlayacakları değerli bir deneme sahası da sağlayacaktır.


ABD yetkilileri, aşamacılıkla (incrementalism) barışmalıdırlar. ABD’nin, yükselen güçlerin kurumsal emellerini karşılama konusunda esneklik göstermesi gerekmektedir. İşbirliği, mevcut çok taraflı mimarinin aşama aşama güncellenmesi, duruma özel düzenlemelerin ve pazarlıkların yapılması sonucunda ortaya çıkacaktır. Mümkün olduğunda, ABD esnek yaklaşımları sadece uluslararası örgütlerin dışında iş yapmak için değil, bu kuruluşlarda reform çabalarının önünü açmak için de kullanmalıdır. Büyük topluluklar içinde çok taraflı işbirliği, giderek daha fazla “az taraflı” (minilateral) anlaşmalara, yani bir dizi kilit devletle önceden yapılan anlaşmalara dayanacaktır. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) 15. Taraflar Konferansı’nın son günlerinde varılan Aralık 2009 Kopenhag uzlaşısının verdiği ders budur. ABD, burada, BASIC diye adlandırılan ülkelerle (Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Çin) bir son dakika anlaşması yapmayı başardı. Bağlayıcı olmamasına rağmen, bu anlaşma iklim değişikliğini yavaşlatmaya ve değişime uyum sağlamaya yönelik elle tutulur bir küresel eylemin önünü açtı. İklim değişikliği alanında ek bir ilerleme, büyük ölçüde, 17 ülkeden oluşan Büyük Ekonomiler Forumu’nun (dünyanın en büyük sera gazı salımı yapan ülkelerini kapsayan resmi olmayan bir organ) yapacaklarına bağlı olacaktır. Bu forum UNFCCC’nin yerini almayacaktır, ama UNFCCC içinde ilerlemenin motoru olabilir.


İŞBİRLİĞİ YOLUYLA MUHAFAZA

SSon olarak, yükselen güçleri dünya düzenine entegre etmenin önündeki en büyük engel ABD’nin içinden gelebilir. Yükselen oyunculara yer açmak, ABD yetkilileri tarafında psikolojik bir uyum sürecini de gerektirecektir. ABD yetkilileri, 1945’ten bu yana ABD dış politikasını şekillendirmiş olan yapı taşlarını yeniden değerlendirmek durumunda kalacaklardır. ABD, yarım yüzyıldan uzun zamandır açık ve liberal bir uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin baş mimarı ve nihai garantörü olmuştur. Bu rol, ABD’nin siyasi kültürü ve ulusal kimliğiyle bütünleşmiştir. Ancak, küresel güç giderek Amerika’dan başka ülkere doğru dağıldıkça, ABD’nin süregelen zihinsel alışkanlıkları destekleyici olmaktan çok köstekleyici olabilir.

Eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’ın acımasızca ifade ettiğii gibi, 1960’lara gelindiğinde, Birleşik Krallık bir imparatorluğu kaybetmiş ama kendisine henüz yeni bir rol bulamamış durumdaydı. ABD hegemonyasının aşınması, o kadar trajik olmamakla birlikte, kendi içinde çözüm bekleyen sorunları beraberinde getirmektedir. Üstünlüğü azaldıkça, ABD’nin daha kucaklayıcı ve uzlaşmacı bir liderlik biçimi benimsemesi gerekecektir.


ABD kamuoyu bu değişimi gerçekleştirmeye hazır olabilir. Council on Foreign Relations ve World Public Opinion tarafından yakın bir zaman önce derlenen anket verilerinin kapsamlı bir özeti, Amerikalılar’ın dünyanın yüklerini paylaşmaya istekli olduklarını öne sürüyor. Yine de, çok kutupluluk en azından Amerika’nın istisna oluşunu savunan görüşün altında yatan varsayımları sınayacaktır. ABD uzun süredir uluslararası taahhütlerine à la carte bir yaklaşım ortaya koymuştur: çok taraflı antlaşmalar, kurumlar ve inisiyatifler arasından işine geleni seçmek ve ara sıra tek başına hareket etmek ya da egemenliğini veya hareket serbestisini muhafaza etmek için geri çekilmek. Ancak, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin Küresel Eğilimler 2025 raporunun ima ettiği gibi, “Bu seçici bir yaklaşım (...) işine geleni seçmeye gücü yetenlerin sayısının giderek artması nedeniyle, sorunlarla karşılaşmakta.” Bugünün yükselen güçleri aynı ayrıcalıktan yararlandıkça, bu istisnacılık uluslararası sistemin dokusunu yıpratabilir. Savaş sonrası düzeni bir arada tutmak için, ABD’nin daha tutarlı bir çok-taraflı işbirliği timsali haline gelmesi gerekecektir.


STEWART PATRICK
, Council on Foreign Relations (CFR) kıdemli üyesi ve CFR’ın bünyesindeki Uluslararası Kurumlar ve Küresel Yönetişim Programı’nın da direktörüdür. The Best Laid Plans: The Origins of American Multilateralism and the Dawn of the Cold War kitabının yazarıdır.





The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir.
X