Bugün dünyada tuhaf bir şey oluyor. Hem 2008’de başlayan küresel mali kriz, hem de devam eden Euro krizi, son otuz yılda ortaya çıkan ve regülasyonu az olan finans kapitalizmi modelinin birer sonucu. Ne var ki, Wall Street’teki kurtarma operasyonları büyük ölçüde öfke yaratmasına rağmen, buna karşılık Amerikan sol popülizminde büyük bir yükseliş olmadı. Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketinin etkili hale geleceği düşünülebilir, ancak son döneme damgasını vuran en dinamik popülist hareket, halkı finans spekülatörlerinden koruyan müdaheleci bir devleti ana hedef ilan eden sağcı Çay Partisi Hareketi (Tea Party Movement) oldu. Benzer bir durum, solun güçsüzleştiği, popülist sağ kanadının ise ilerlediği Avrupa için de söz konusu.
Sol kanatta bir mobilizasyon görülmemesinin birkaç nedeni bulunuyor, ancak bunlar arasında en göze çarpan, fikir düzeyindeki başarısızlık. Son kuşakta ekonomik konularda ideolojik anlamda üstün gelen taraf, özgürlükçü sağ oldu. Sol ise artık mümkün olmayan, eski moda bir sosyal demokrasiye dönüş dışında akla yatkın bir gündem oluşturamadı. İlerici ve makul bir karşı söylemin eksikliği hiç sağlıklı değildir, çünkü rekabet, ekonomik faaliyet için olduğu kadar entelektüel tartışma ortamı için de iyi bir şeydir. Ve bugün ciddi bir entelektüel tartışma ortamına acil olarak ihtiyaç vardır, çünkü şu anki şekliyle küreselleşmiş kapitalizm, liberal demokrasinin temelini oluşturan orta sınıfı eritmektedir.
DEMOKRATİK DALGA
Toplumsal güçler ve koşullar, Karl Marx’ın bir zamanlar öne sürdüğü gibi ideolojileri doğrudan “belirlemez”, ancak fikirler, çok sayıda sıradan insanın kaygılarına hitap etmediği sürece güç kazanamaz. Bugün liberal demokrasi, dünyanın önemli bir bölümünde benimsenen ideolojidir, bu da kısmen belirli sosyoekonomik yapılara cevap vermesinden ve bunlar tarafından kolaylaştırılmasından kaynaklanmaktadır. Bu yapılardaki değişimlerin ideolojik sonuçları olabilir, tıpkı ideolojik değişimlerin sosyoekonomik sonuçları olabileceği gibi.
Son üç yüz yıla kadar hemen hemen insan toplumlarını biçimlendiren tüm güçlü fikirler, yapıları itibarıyla din çıkışlıydı, bunun tek önemli istisnası ise Çin’deki Konfüçyüsçülüktü. Dünya çapında kalıcı etkisi olan ilk büyük seküler ideoloji, onyedinci yüzyılda Avrupa’nın belli kısımlarında öncesinde ticari, ardından endüstriyel bir orta sınıfın ortaya çıkışıyla bağlantılı bir doktrin olan liberalizmdi. (“Orta sınıf” olarak kastettiğim, gelirleri açısından içinde bulundukları toplumun ne en üstünde, ne de en altında bulunan, en azından lise mezunu olan ve, ya mülkiyet, ya dayanıklı tüketim malları ya da kendi işlerine sahip insanlar.)
Locke, Montesquieu ve Mill gibi klasik düşünürlerin ortaya koyduğu gibi liberalizme göre devlet otoritesinin meşruiyeti, devletin, vatandaşlarının bireysel haklarını koruma becerisinden kaynaklanır ve devletin gücü, yasalara bağlılıkla sınırlandırılmalıdır. Korunması gereken temel haklardan biri özel mülkiyettir; İngiltere’de 1688-89 yıllarında yaşanan Şanlı Devrim (Glorious Revolution), modern liberalizmin gelişiminde belirleyici olmuştu, çünkü tarihte ilk olarak vatandaşların rızası olmadan devletin onlardan meşru bir biçimde vergi alamayacağı anayasal ilke olarak benimsenmişti.
Başlangıçta liberalizm demokrasi gerekliliğini içermiyordu. 1689’da anayasal uzlaşmayı destekleyen Whig’ler, İngiltere’nin en zengin toprak sahipleri arasındaydılar; dönemin parlamentosu, tüm nüfusun yüzde onundan azını temsil ediyordu. Mill de dahil olmak üzere klasik liberallerin çoğu, demokrasinin erdemlerine büyük kuşkuyla yaklaşıyorlardı: Sorumlu bir siyasal katılımın eğitimli ve toplumda pay sahibi –yani mülk sahibi- olmayı gerektirdiğine inanıyorlardı. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına dek, Avrupa’nın hemen hemen tamamında, seçme hakkı mülkiyet ve eğitim konusunda koşullarla sınırlandırılmıştı. Andrew Jackson’ın 1828 yılında ABD başkanı seçilmesi ve ardından seçme hakkı için mülkiyet sahipliği koşulunu en azından beyaz erkekler için yürürlükten kaldırması, daha sağlam bir demokrasi prensibi için mühim bir erken zafer olmuştu.
Avrupa’da nüfusun büyük çoğunluğunun siyasal erk dışında tutulması ve endüstriyel işçi sınıfının yükselişi, Marksizmi doğurdu. Komünist Manifesto 1848’de, devrimlerin İngiltere dışındaki tüm büyük Avrupa ülkelerine yayıldığı yıl yayımlandı. Böylece, hakiki demokrasi (ekonomi anlamında yeniden dağılım) olduğuna inandıkları şey adına prosedürel demokrasiyi (çok partili seçimler) feda etmeye razı komünistlerle, mülkiyet hakları da dahil olmak üzere bireysel hakları koruyacak bir yasal düzeni geçerli kılarak siyasal katılımı artırmaya inanan liberal demokratlar arasında, demokratik hareketin liderliği için bir yüzyıl boyunca sürecek rekabet başlamış oldu.
Burada risk altında olan, yeni endüstriyel işçi sınıfının bağlılığıydı. İlk dönem Marksistler, sayıca üstünlük sağlayarak kazanabileceklerine inanıyorlardı: ondokuzuncu yüzyılın sonlarında seçme hakkı yaygınlaştığında, İngiltere’nin İşçi Partisi ve Almanya’nın Sosyal Demokratları müthiş bir hızla büyüdü ve hem muhafazakarların, hem de geleneksel liberallerin hegemonyasını tehdit etmeye başladı. İşçi sınıfının yükselişine çoğu zaman demokratik olmayan yollarla şiddetli bir biçimde karşı koyuldu; buna karşılık komünistler ve sosyalistlerin önemli bir bölümü, doğrudan iktidarı ele geçirmek adına şeklî demokrasiden vazgeçti.
Yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca, ilerici sol nezdinde, bütün gelişmiş ülkeler için sosyalizmin bir biçiminin –zenginliğin eşitlikçi bir biçimde dağıtılmasını sağlamak için ekonominin üst yönetiminin devlet kontrolünde olması- kaçınılmaz olduğu konusunda hatırı sayılır bir görüş birliği vardı. Joseph Schumpeter gibi muhafazakar bir ekonomist bile 1942 tarihinde yayımlanan Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı kitabında sosyalizmin zafer kazanacağını çünkü kapitalist toplumun kültürel açıdan kendi kuyusunu kazdığını yazabiliyordu. Sosyalizmin, modern toplumlardaki insanların büyük çoğunluğunun isteklerini ve çıkarlarını temsil ettiğine inanılıyordu.
Ne var ki, yirminci yüzyılın büyük ideolojik çatışmaları siyasal ve askeri düzlemde sürerken bile, toplumsal alanda Marksist senaryonun altını oyan bazı kritik değişiklikler yaşanmaktaydı. Birincisi, endüstriyel işçi sınıfının yaşam standartları sürekli yükseliyordu ve işçilerin ya da çocuklarının birçoğu, orta sınıfa katılabilecek noktaya gelmişti. İkincisi, işçi sınıfının nispi hacminin büyümesi durmuştu ve özellikle de “sanayi sonrası” adı verilen toplumlarda, üretimin yerini hizmetlerin almaya başladığı yirminci yüzyılın ikinci yarısında küçülmeye bile başlamıştı. Son olarak da endüstriyel işçi sınıfının altında yeni bir fakir ya da dezavantajlı insan grubu ortaya çıkmıştı. Bu grup, ırksal ve etnik azınlıkları, yeni göçmenleri, kadınlar, eşcinseller ve özürlüler gibi toplumdan dışlanan kesimleri kapsayan heterojen bir yapı idi. Bu değişimlerin sonucunda, sanayileşmiş ülkelerin çoğunda eski işçi sınıfı, yerel çıkar grupları arasına katıldı ve bir önceki dönemde büyük uğraşlar sonucunda elde edilen kazanımları korumak adına sendikaların siyasal gücünü kullanan bir grup haline geldi.
Ayrıca, ekonomik sınıfa yönelik bir aidiyet, gelişmiş endüstriyel ülkelerde siyasal eylem için kitleleri mobilize etmek açısından pek de işe yarar bir bilinç olmadı. İkinci Enternasyonal bu dersi acı bir şekilde 1914’te öğrenmek zorunda kaldı: Avrupa’nın işçi sınıfları sınıf savaşı çağrılarını terk ederek, milliyetçi sloganları savunan muhafazakar liderlerin peşinden gitti, ki bu eğilim günümüzde de sürmekte. Akademisyen Ernest Gellner’a göre pek çok Marksist bunu, Gellner’ın “yanlış adres kuramı” başlığı altında açıklamaya çalıştı:
Şii Müslümanlar nasıl Hz. Ali’ye gitmesi gereken mesajı Hz. Muhammed’e götüren Cebrail’in hatalı olduğuna inanıyorsa, Marksistler de temel olarak tarihin ruhunun ya da insan bilincinin korkunç bir hata yaptığına inanıyor. Kalk borusu sınıflar için çalınmıştı, ama korkunç bir posta hatası sonucunda bu mesaj ulusların eline geçti.
Gellner ayrıca dinin bugünkü Ortadoğu’da milliyetçiliğe benzer bir işlev üstlendiğini öne sürdü: Din, insanları etkin bir biçimde mobilize etmeyi başarıyor çünkü sınıf bilincinin aksine, ruhani ve duygusal bir içeriği de mevcut. Nasıl ki Avrupalıların ondokuzuncu yüzyılın sonlarında kırsal kesimden kentlere kayması Avrupa milliyetçiliğini beslemişse, İslamcılık da çağdaş Ortadoğu toplumlarında görülen kentleşme ve yerinden olma süreçlerine karşı bir tepki. Marx’ın mektubu asla “sınıf” adresine teslim edilmeyecek.
Marx orta sınıfın, ya da en azından onun burjuva adını verdiği sermaye sahibi bölümünün, modern toplumlarda her zaman küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık olacağına inanıyordu. Oysa burjuvazi ve orta sınıf, gelişmiş ülkelerin çoğunda nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur hale geldi, bu da sosyalizm açısından sorun yarattı. Aristo’dan bu yana düşünürler, istikrarlı bir demokrasinin geniş bir orta sınıf tabanında kurulabileceğine ve aşırı zenginlik ve fakirlik görülen toplumlarda oligarşi hakimiyeti ya da popülist devrimler ortaya çıkabileceğine inandı. Gelişmiş dünyanın önemli bir bölümü orta sınıf toplumları yaratmayı başarınca, Marksizm çekiciliğini yitirdi. Solcu radikalizmin hala güçlü olduğu yerler, dünyada büyük eşitsizliklerin görüldüğü bölgeler - yani Latin Amerika’nın bir kısmı, Nepal ve Doğu Hindistan’ın fakir bölgeleri - oldu.
Siyaset bilimci Samuel Huntington’ın küresel demokratikleşmenin “üçüncü dalga”sı olarak adlandırdığı, 1970’lerde Güney Avrupa’da başlayan ve 1989’da Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesiyle son bulan hareket, 1990’ların sonlarına gelindiğinde tüm dünyada seçimlere dayalı demokrasilerin sayısını 1970’te 45 civarından 1990 sonlarında 120’den fazlaya çıkardı. Ekonomik büyüme Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye gibi ülkelerde yeni orta sınıfların ortaya çıkmasına yol açtı. Ekonomist Moisés Naim’in belirttiği gibi, bu orta sınıflar göreceli olarak iyi eğitimli, mülk sahibi ve teknolojik açıdan dış dünyayla bağlantılı. Devletlerinden talepleri mevcut ve teknolojiye erişimleri nedeniyle kolayca mobilize oluyorlar. Yaşadıkları diktatörlük rejimleri tarafından istihdama ve siyasete katılım beklentileri karşılanmayan iyi eğitimli Tunusluların ve Mısırlıların, Arap Baharı’na önderlik etmesinde şaşırtıcı bir şey olmasa gerek.
Orta sınıfa mensup kişiler demokrasiyi her zaman prensip olarak desteklemiyor: herkes gibi onlar da kendi mülklerini ve konumlarını korumak isteyen, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden aktörler. Çin ve Tayland gibi ülkelerde orta sınıftan pek çok insan, yoksulların yeniden dağılım konusundaki taleplerini bir tehdit olarak algılıyor ve kendi sınıf çıkarlarını korumak için otoriter rejimlere destek veriyorlar. Demokrasiler de her zaman kendi orta sınıflarının beklentilerini karşılayamıyor, ve bunun sonucunda orta sınıflar huzursuzlanmaya başlayabiliyor.
SEÇENEKLERDEN EN AZ KÖTÜ OLANI?
Bugün liberal demokrasinin meşruiyeti konusunda en azından prensip olarak geniş bir küresel fikir birliği mevcut. Ekonomist Amartya Sen’in dediği gibi, “Demokrasi henüz evrensel olarak uygulanmıyor, hatta her yerde kabul edilmiş de değil, ama dünya kamuoyunun genel eğilimine bakıldığında, demokratik yönetişimin artık genel bir doğru olarak algılanmayı başardığı görülüyor.” Vatandaşlarının çoğunluğunun, kendilerini orta sınıf olarak görmesini sağlayacak kadar maddi refaha ulaşmış ülkelerde demokrasi en yaygın biçimde kabul görüyor; yüksek gelişme düzeyleri ile istikrarlı demokrasi arasında bir korelasyon olmasının nedeni de bu.
İran ve Suudi Arabistan gibi bazı toplumlar, bir tür İslami teokrasiyi liberal demokrasiye tercih ediyor. Ancak bu rejimler gelişme anlamında birer çıkmaz sokak ve yalnızca geniş petrol göllerinin üzerinde oturdukları için ayakta kalabiliyor. Bir zamanlar Arap ülkeleri, üçüncü dalganın büyük bir istisnasını oluşturuyordu, ama Arap Baharı gösterdi ki Arap toplumları da tıpkı Doğu Avrupa ya da Latin Amerika’dakiler gibi diktatörlere karşı kolayca mobilize olabiliyor. Bu elbette demek değil ki Tunus, Mısır ya da Libya’da iyi işleyen bir demokrasiye giden yol kolay ya da dümdüz olacak, ama yine de siyasal özgürlük ve katılım arzusunun, Avrupa ve Amerikalılara özgü bir kültürel tuhaflık olmadığını düşündürüyor.
Bugün liberal demokrasinin karşı karşıya olduğu en ciddi mesele, otoriter bir hükümeti kısmen piyasalaştırılmış bir ekonomiyle birleştiren Çin’den kaynaklanıyor. Çin, nitelikli bürokratik devlet konusunda, iki milenyum geriye giden uzun ve gururlu bir geleneğin mirasçısı. Çin’deki liderler, merkezi ve Sovyet tarzı planlı bir ekonomiden dinamik ve açık bir ekonomiye son derece karmaşık bir geçişi, kayda değer bir başarıyla gerçekleştirmiş durumda – burada, ABD liderlerinin son dönemde kendi makroekonomik politikalarının yönetimi konusunda aynı başarıyı gösteremediğini de söylemek doğru olur. Pek çok insan Çin sistemini bugün, özellikle hem ABD’de hem de Avrupa’da son birkaç yıldır süregelen politik felç ile kıyasladığında, yalnızca ekonomik başarıları nedeniyle değil, büyük ve karmaşık kararları ivedilikle alabildiği için de takdir ediyor. Son finans krizinden beri bizzat Çinliler de “Çin modeli”ni liberal demokrasiye karşı bir alternatif olarak öne sürmeye başlamış durumda.
Ancak bu modelin Doğu Asya dışında liberal demokrasiye ciddi bir alternatif oluşturması zor görünüyor. En başında, model kültürel açıdan kendine özgü: Çin devletinin temelinde liyakata, memurluk sınavlarına, eğitim vurgusuna ve teknokrat otoriteye saygı duymaya dayalı uzun bir gelenek var. Gelişmekte olan ülkelerin pek azı bu modelin bir benzerini inşa etmeyi ümit edebilir; örneğin Singapur ve Güney Kore (en azından daha önceki bir dönemde) gibi bunu başarmış olanlar da zaten Çin’in kültürel etki alanı içindeydi. Çinliler de kendi modellerinin ihraç edilebilirliği konusunda kuşkulu; Pekin uzlaşması da (Beijing consensus) bir Çin buluşu değil, Batı buluşu.
Bu modelin sürdürülebilir olup olmadığı da net değil. Ne ihracata dayalı büyüme, ne de kararların tepeden inme alınması, sonsuza dek iyi sonuçlar vermeyecektir. Çin hükümetinin geçen yaz meydana gelen korkunç “hızlı tren” kazasının tartışılmasına izin vermemesi ve bundan sorumlu Ulaştırma Bakanlığı’na bedel ödettirememesi, etkin karar mekanizması görünümünün ardında başka saatli bombaların gizlendiğini düşündürüyor.
Son olarak, Çin hükümetinin değerler sistemini gelecekte önemli bir kırılganlık bekliyor. Çin Devleti, yetkililerini vatandaşlarının temel onuruna saygı göstermeye zorlamıyor. Her hafta istimlakler, çevre ihlalleri ya da bir devlet yetkilisinin adının karıştığı aleni yolsuzluklara karşı yeni protesto gösterileri düzenleniyor. Ülke hızla büyürken bu suiistimaller örtbas edilebilir. Ancak hızlı büyüme sonsuza dek sürmeyecek ve devlet, biriken öfke nedeniyle yüklü bir fatura ödemek zorunda kalacaktır. Rejim artık ona yol gösteren ve ayakta tutan bir idealden yoksun; giderek artan ve dramatik boyutlardaki eşitsizliğe maruz kalan bir toplumun tepesindeki, sözüm ona eşitliğe bağlı bir Komünist Parti tarafından yönetiliyor.
Dolayısıyla Çin sisteminin istikrarlı ve kalıcı olacağını varsaymak hiçbir şekilde mümkün değildir. Çin devleti, vatandaşlarının, kültürel açıdan farklı olduğunu ve müşfik, büyümeyi destekleyici bir diktatörlüğü, toplumsal istikrarı tehdit eden karmaşık bir demokrasiye daima tercih edeceğini iddia ediyor. Ancak genişlemekte olan orta sınıfın, Çin’de, dünyanın diğer yerlerinde davrandığından farklı davranma ihtimali oldukça zayıftır. Diğer otoriter rejimler Çin’in başarısını yinelemeye çalışıyor olabilir, ama bundan 50 yıl sonra dünyanın büyük bir kısmının bugünkü Çin’e benzemesi düşük bir olasılıktır.
DEMOKRASİNİN GELECEĞİ
Ekonomik büyüme, toplumsal değişim ve liberal demokratik ideolojinin hegemonyası arasında bugünün dünyasında geniş tabanlı bir korelasyon bulunmaktadır. Şu anda akla yatkın ve rakip olabilecek bir ideoloji ufukta görünmemektedir. Ancak bazı kaygı verici ekonomik ve toplumsal eğilimler şu an devam ederse, bunlar hem çağdaş liberal demokrasilerin istikrarını tehdit edecek, hem de halihazırda benimsenen demokratik ideolojiyi tahtından indirecektir.
Sosyolog Barrington Moore bir keresinde lafı dolandırmadan, “Burjuva yoksa demokrasi olmaz,” demişti. Marksistler kendilerinin komünist ütopyasına sahip olamadı çünkü olgunlaşan kapitalizm işçi sınıfı toplumları değil, orta sınıf toplumları yarattı. Ama ya teknolojinin ve küreselleşmenin bundan sonraki gelişimi, orta sınıfın aleyhine olur ve gelişmiş bir toplumda yalnızca azınlığı oluşturacak sayıda vatandaş hariç kimsenin orta sınıf statüsüne ulaşmasına imkan vermezse?
Şimdiden, böylesi bir gelişim evresinin başlamış olduğuna dair bol miktarda işaret var. ABD’de ortalama gelirler 1970’lerden beri reel olarak pek değişmedi. Bu durağanlığın ekonomik etkisi, ABD hanelerinin büyük çoğunluğunun son kuşakta iki gelirliye kayması gerçeğiyle bir ölçüde hafifledi. Dahası, ekonomist Raghuram Rajan’ın da ikna edici bir şekilde ileri sürdüğü gibi, Amerikalılar yeniden dağılımı doğrudan gerçekleştirmek konusunda isteksiz oldukları için, ülke son kuşakta düşük gelirli hanelere yönelik olarak mortgage sübvansiyonu sağlamak gibi çok tehlikeli ve verimsiz bir yeniden dağılım yöntemine başvurdu. Çin ve diğer ülkelerden akan likidite selinin kolaylaştırdığı bu eğilim, pek çok sıradan Amerikalının son on yılda hayat standartlarının yükseldiği yanılsamasına kapılmasına yol açtı. Bu açıdan bakıldığında, 2008-9’da konut balonunun patlaması, ortalamaya acı bir şekilde dönüşten başka bir şey değildi. Bugün Amerikalılar ucuz cep telefonlarına, pahalı olmayan giysilere ve Facebook’a sahip olabilir, ama gittikçe kendi evlerini, sağlık sigortalarını ya da rahat etmelerini sağlayacak emeklilik planlarını karşılayamayacak duruma geliyorlar.
Girişim sermayecisi Peter Thiel ve ekonomist Tyler Cowen’ın saptadığı daha endişe verici bir durum, son dalga teknolojik yeniliklerin çoğunun asıl faydasını orantısız bir şekilde, toplumun en yetenekli ve en iyi eğitimli üyelerinin görüyor olması. Bu durum ABD’de bir önceki kuşakta devasa bir eşitsizliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştu. 1974’te ailelerin en üst %1’lik dilimi, GSYİH’nin %9’unu almıştı; 2007’de bu oran %23,5’e yükseldi.
Ticaret ve vergi politikaları bu trendi hızlandırmış olabilir, ancak burada asıl problem yaratan unsur teknolojidir. Sanayileşmenin daha erken aşamalarında –tekstil, kömür, çelik ve içten yanmalı motor çağlarında– teknolojik değişimlerin faydaları, toplumun geri kalanına yeni iş olanakları biçiminde hemen hemen her zaman aktı. Bugün ise akademisyen Shoshana Zuboff’un “akıllı makine çağı” dediği dönemde yaşıyoruz; teknoloji artık giderek daha çok ve daha nitelikli insan işlevlerinin yerini tutabiliyor. Silikon Vadisi’ndeki her büyük ilerleme, ekonominin başka bir yerinde düşük nitelikli işlerin yok olduğu anlamına geliyor ve bu trendin yakın gelecekte sona ermesi pek mümkün görünmüyor.
Kabiliyet ve niteliklerdeki doğal farklılıkların bir sonucu olarak eşitsizlik her zaman mevcuttu. Ama bugünün teknolojik dünyası bu farklılıkları mercek altına alıyor ve fazlasıyla büyütüyor. Ondokuzuncu yüzyılın tarım toplumunda matematiksel becerileri güçlü kişiler, bu yeteneklerini paraya çevirecek çok fazla fırsat bulamıyorlardı. Bugün ise finans sihirbazı ya da yazılım mühendisi olup ulusal zenginliğin gittikçe artan bir bölümünü sahiplenebiliyorlar.
Gelişmiş ülkelerde orta sınıfın gelirlerini azaltan bir diğer unsur ise küreselleşme. Ulaşım ve iletişim masraflarının azalması ve gelişen ülkelerdeki yüz milyonlarca yeni işçinin küresel işgücüne katılması sonucunda, gelişmiş dünyada eski orta sınıfın yaptığı türden işler artık dünyanın başka bir yerinde çok daha ucuza yapılabiliyor. Toplam geliri en üst düzeye çıkarmayı öncelik olarak benimseyen bir ekonomik modelde, dış kaynak kullanımı (outsourcing) kaçınılmaz hale geliyor.
Daha zekice fikirler ve politikalar, hasarın sınırlı olmasını sağlayabilirdi. Almanya kendi imalat tabanının ve endüstriyel işgücünün önemli bir bölümünü korumayı başardı, üstelik Alman şirketleri küresel rekabet güçlerini de yitirmedi. Öte yandan ABD ve İngiltere, sanayi sonrası hizmet ekonomisine geçişe seve seve kucak açtı. Serbest ticaret bir teoriden çok bir ideoloji haline geldi: ABD Kongresi, parasını olması gerekenden düşük bir değerde tuttuğu için Çin’e ticari yaptırımlarla karşılık vermeye çalıştığında, sanki oyun alanında eşitlik sağlanmış gibi, korumacılık yapmakla suçlandı. Bilgi ekonomisinin mucizeleri hakkında, pis ve tehlikeli imalat işlerinin yerini yaratıcı ve ilginç işler yapan iyi eğitimli işçilerin kaçınılmaz olarak alacağı hakkında mutlu mesut sözler söylendi. Bu, sanayisiz büyümenin inkar edilemeyecek gerçekleri üzerine örtülmüş bir tülden ibaretti. Yeni düzenin orantısız bir biçimde finansta ve yüksek teknolojideki çok az sayıda insana fayda sağladığını, bunların da medyaya ve genel siyasal söyleme hükmettiğini görmezden geliyordu.
VAR OLMAYAN SOL
Finans krizinin ardından ortaya çıkan tablonun en kafa karıştırıcı özelliklerinden biri, şu ana kadar popülizmin solcu değil, ağırlıklı olarak sağcı bir söylemle ortaya çıkmış olmasıdır.
Örneğin ABD’de her ne kadar Çay Partisi Hareketi’nin söylemi anti-elitistse de, üyeleri, tam da nefret ettiklerini söyledikleri finansçıların ve kurumsal elitlerinin çıkarlarına hizmet eden muhafazakar politikacılara oy veriyorlar. Bu duruma yönelik pek çok açıklama bulunuyor. Bunların arasında sonuç eşitliği yerine fırsat eşitliğine duyulan derin inancın yanı sıra, kürtaj ve silah taşıma hakkı gibi kültürel konuların, ekonomik konularla kesiştiği gerçeği var.
Ancak geniş tabanlı popülist bir solun ortaya çıkamamış olmasının daha derinlerdeki nedeni entelektüeldir. Solda, önce ekonomik değişim geçiren gelişmiş ülkelerin yapısına ne olduğuna dair tutarlı ve anlaşılır bir biçimde analiz yapabilen ve ardından da bir orta sınıf toplumunu koruma konusunda başarılı olabileceği umudunu verecek gerçekçi bir gündem ortaya koyabilen birileri çıkmayalı onlarca yıl oluyor.
Sol düşüncenin son iki kuşaktaki ana eğilimi, hem kavramsal çerçeveler olarak, hem de mobilizasyon araçları olarak, açıkça söylemek gerekirse tam bir felaket oldu. Marksizm uzun yıllar önce öldü, hala sağ olan birkaç ihtiyar takipçi de artık bakımevine gitmeye hazır durumda. Akademik sol onun yerine postmodernizmi, çok kültürlülüğü, feminizmi, eleştirel düşünceyi ve daha başka bir dizi entelektüel akımı koydu, ancak bunların hepsinin odağı ekonomik değil daha ziyade kültüreldi. Postmodernizmin çıkış noktası, tarihe ya da topluma yönelik bir ana anlatının mümkün olduğunu reddetmeye dayanıyor, bu da elitlerin ihanetine uğradığını düşünen çoğunluktaki vatandaşların sesi olma konusunda kendi bindiği dalı kesmesine yol açıyor. Çok kültürlülük dışlanmış hemen hemen her grubun kurban statüsünü meşrulaştırıyor. Böyle karman çorman bir koalisyonla kitlesel ve ilerici bir hareket oluşturmak imkansız hale geliyor: sistemin kurbanı olan işçi sınıfı ve alt-orta sınıf vatandaşların çoğu kültürel olarak muhafazakarlar ve böyle müffefikler ile birlikte aynı safta yer almaktan utanacak kişiler.
Solun gündeminin arkasındaki kuramsal gerekçeler ne olursa olsun, yaşadığı en önemli sorun güvenilirliğinin olmaması. Son iki kuşak boyunca ana akım sol, emeklilik maaşı, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin devlet tarafından sağlanmasına odaklanmış sosyal demokrat bir program izledi. Bu model artık tükendi: refah devletleri büyük, bürokratik ve katı yapılar haline geldi: kamu sendikaları aracılığıyla, onları yöneten kurumlar tarafından ele geçirildiler; en önemlisi de, gelişmiş dünyanın hemen her yerinde görüldüğü gibi, yaşlanan nüfus nedeniyle mali olarak sürdürülebilir değiller. Dolayısıyla, var olan sosyal demokrat partiler iktidara geldiğinde, onlarca yıl önce yaratılmış bir refah devletinin koruyucuları olmaktan öteye gitmeyi hiç düşünmüyorlar; hiçbirinin kitleleri harekete geçirecek yeni ve heyecan verici bir gündemi yok.
GELECEĞİN İDEOLOJİSİ
Bir an için, bir tavan arasında oturmuş, sağlıklı orta sınıf toplumları ve güçlü demokrasileri olan bir dünyaya giden gerçekçi bir yol haritası sunacak bir gelecek ideolojisinin ana hatlarını belirlemeye çalışan bir yazar hayal edin. Bu ideoloji nasıl bir şey olur?
En azından iki parçasının olması gerekir – siyasi ve ekonomik. Siyasi olarak bu yeni ideoloji, demokratik politikanın ekonomiye üstünlüğünü vurgulamak ve hükümeti, kamu çıkarının ifadesi olarak yeniden meşrulaştırmak zorunda olur. Ama orta sınıfın yaşamını korumak için öne süreceği çözüm, refah devletinin var olan mekanizmalarına dayanmakla yetinemez. Bu ideoloji bir şekilde kamu sektörünü yeniden tasarlamalı, onu var olan paydaşlarına bağımlılıktan kurtarmalı ve hizmetleri sunmak için yeni, teknoloji destekli yaklaşımlar kullanmalıdır. Daha fazla yeniden dağılımı açıkça savunmalı ve çıkar gruplarının politika üstündeki hakimiyetine son vermenin gerçekçi bir yolunu sunmalıdır.
Ekonomik olarak ise bu ideoloji, sanki eski moda sosyalizm hala geçerli bir seçenekmiş gibi, kapitalizmin reddiyle başlayamaz. Burada asıl mesele ne tür bir kapitalizm olacağı ve devletlerin, değişime ayak uydurma konusunda toplumlara ne kadar yardım etmesi gerektiğidir. Küreselleşme yaşamın değişmez gerçeklerinden biri gibi değil, politik olarak dikkatli bir biçimde kontrol edilmesi gereken bir meydan okuma ve bir fırsat olarak görülmelidir. Yeni ideoloji, piyasaları kendi içinde bir amaç olarak görmez; bunun yerine, küresel ticarete ve yatırıma, yalnızca toplam milli gelire değil, orta sınıfın kalkınmasına katkıda bulunduğu ölçüde değer verir.
Ancak bireysel tercihlerin üstünlüğü ve bir ulusun refah düzeyinin toplam gelirle doğru bir biçimde ölçülebileceği gibi temel varsayımlarla başlayarak, modern neoklasik ekonominin büyük bir bölümünü ciddi ve ısrarlı bir eleştiriye tabi tutmadan bu noktaya ulaşmak mümkün değildir. Bu eleştiri, insanların gelirlerinin, topluma yaptıkları gerçek katkıyı her zaman temsil etmediğini göz önünde bulundurmak zorundadır. Ama daha da ileri gidip, iş piyasaları verimli olsa bile, yeteneklerin doğal dağılımının her zaman adil olmadığını ve bireylerin egemen birimler değil, onları çevreleyen toplumlar tarafından yoğun olarak biçimlendirilen varlıklar olduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu fikirlerin büyük bir kısmı, bir süreden beri bölük pörçük olarak ortada dolaşmakta; yazara düşen görev bunları alıp tutarlı bir paket haline getirmektir. Aynı zamanda “yanlış adres” sorununun da üstesinden gelmesi gerekir. Başka bir deyişle, küreselleşmenin eleştirisi milli çıkarın -örneğin ABD’deki sendikaların düzenlediği “Amerikan Malı Al” kampanyaları- daha sofistike bir biçimde tanımlandığı bir mobilizasyonun stratejisi olacak bir milliyetçiliğe bağlanmalıdır. Ortaya çıkacak ürün, hem solun hem de sağın fikirlerinin bir sentezi olur, şu anki ilerici hareketi oluşturan marjinal grupların gündeminden uzak durur. Bu ideoloji popülist olur; mesajı da azınlığın çıkarı uğruna çoğunluğun yararının feda edilmesine göz yuman elitlerin eleştirisiyle; hemen hemen yalnızca zenginlerin ekmeğine yağ süren para politikalarının, özellikle de Washington’dakilerin eleştirisiyle başlar.
Böyle bir hareketin barındıracağı tehlikeler çok nettir: özellikle ABD’nin daha açık bir küresel sistemi desteklemekten vazgeçmesi, başka yerlerde korumacı tepkilerin ortaya çıkmasına yol açabilir. Reagan-Thatcher devrimi pek çok açıdan tam da destekçilerinin umduğu gibi başarıya ulaştı ve giderek daha rekabetçi, küreselleşmiş, ihtilafların minimum düzeyde tutulduğu bir dünya yarattı. Bu süreçte, gelişmekte olan dünyada büyük zenginliğe ve orta sınıfın yükselişine yol açtı, ardından da demokrasi yaygınlaştı. Gelişmiş dünya, yalnızca verimliliği artırmakla kalmayacak, aynı zamanda da orta sınıftan çok fazla sayıda insana anlamlı iş olanağı sağlayacak bir dizi teknolojik gelişmenin arifesinde olabilir.
Ancak bu daha ziyade bir inanç meselesidir, son 30 yılın gözle görülür gerçeklerine dayanmamaktadır, çünkü bu gerçekler tam ters yönü işaret etmektedir. Gerçekten de eşitsizliğin giderek kötüleşeceğini düşünmemiz için pek çok neden vardır. ABD’de zenginliğin şu anki yoğunluğu, şimdiden kendini destekleyen bir yapıya dönüşmüştür: ekonomist Simon Johnson’ın ileri sürdüğü gibi, finans sektörü daha zorlayıcı denetim biçimlerini engellemek için lobi gücünü kullandı. Zenginlerin okulları her zamankinden daha iyi; diğer herkes için olan okullar ise gittikçe daha da kötüleşiyor. Bütün toplumlardaki elitler politik sisteme daha kolay erişebiliyor olmalarını, kendi çıkarlarını korumak adına kullanıyorlar, hele hele bu durumu düzeltecek demokratik bir karşı mobilizasyon yoksa. Amerikan elitleri de bu kurala bir istisna teşkil etmiyorlar.
Ne var ki, gelişmiş dünyanın orta sınıfları, bir önceki kuşağın söyleminin büyüsünden kurtulmadıkça bu mobilizasyon gerçekleşmeyecek: onların çıkarına en uygun şeyin daha da serbest piyasalar ve daha da küçük devletler olduğu söylemi. Alternatif söylem ise orada bir yerde, doğmayı bekliyor.
|
Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir. |