Sayın Büyükelçi (E) Ahmet Üzümcü, GİF için kaleme aldığı ve konuya dair kendi hayatından örnekler verdiği yazıda Türk-Ermeni ilişkilerini iyileştirmek için neler yapılabileceğini tartışmaktadır.
Tanıdığım Ermeniler
Yazan:
Büyükelçi (E) Ahmet Üzümcü
GİF YK Başkan Yardımcısı
1966 yılı Ağustos ayında Galatasaray Lisesi sınavı için İlk kez İstanbul’a gidinceye kadar hiç Ermeni tanıdığım olmamıştı. İzmir’deki Saint Joseph orta okulunda yahudi ve levanten arkadaşlarım vardı ama Ermeni yoktu. Giriş sınavından sonra babamla birlikte, Karaköy’de toptan cıvata ticareti yapan bir arkadaşına gittik. Adı Barkev Hamparsumyan idi. Oturduk, çay içtik. Babam sınavı kazanıp GSL’de okursam Barkev amcamın velim olacağını söyledi. Nitekim öyle oldu. İstanbul’da babamın iş arkadaşları dışında yakınımız yoktu ve onların arasından, herhalde güvendiği için Barkev’i seçmişti.
Dört yıl boyunca her Cumartesi günü okuldan çıkıp, tünelden Karaköy’e indim ve Barkev amcaya gittim. Hemen oturtup bir çay söylerdi. O çayın lezzetini, daha önemlisi içten dostluğunu hiçbir zaman unutmadım. Harçlığımı aldıktan sonra ayrılırken “haftaya bekliyorum, kendine iyi bak, derslerine çalış” diyerek uğurlardı. Okulda merdivenlerde düşüp kaşımı yardığımda koşarak okula gelmişti.
Üniversite öğrenimi için Ankara’ya gitmiştim. Aradan yıllar geçti, İstanbul’a pek yolum düşmüyordu. Barkev amcayla bir, iki kez İzmir’de karşılaştım ama uzun boylu sohbet edemedik. Bana ailemden uzak kaldığım zor dönemimde yakınlık gösteren, destek olan bir insanı arayıp sormamıştım. Biraz da gençlik ihmali sonucu olan bu durumdan rahatsızlık duyuyordum. Brezilya’ya göç ettiğini duydum. Anlam veremedim. Kim bilir kaç kuşak İstanbul’luydu, bu kentte doğup büyümüştü ve çok severdi, yazları Burgaz adasındaki evine giderdi. Oğlu öyle istedi dediler. Daha sonra vefat ettiğini duydum. Bundan beş, altı yıl önce Şişli’deki Ermeni mezarlığının önünden geçiyordum. Acaba olabilir mi dedim. Yanılmamıştım. İstanbul’da defnedilmeyi vasiyet etmiş. Fotoğrafı da bulunan mezar taşının önünde diz çöküp dua ettim. Huzur içinde yatsın.
GSL’de Ermeni arkadaşlarım oldu, şimdi Fransa’da yaşayan Ohannes’le izcilik yaptık. Her zaman pozitif, nüktedan bir arkadaştı. Babam yaklaşık iki ayda bir iş için İzmir’den geldiğinde, Tepebaşı’nda Londra Palas otelinde kalırdı. Bir akşam mutlaka Toto Karaca’yı izlemek için birlikte İstanbul Tiyatrosu’na giderdik. Çok severdi. Toplumdaki kültürel çeşitliliğin paha biçilmez bir zenginlik olduğunun farkına o zaman vardım. Diplomasi mesleğine o yıllarda duymaya başladığım ilginin başlıca nedeni de farklı ülkeler, insanlar ve kültürler tanımaktı.
Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra 1976 yılında Dışişleri Bakanlığı’nda göreve başladım. 1973 yılından itibaren o tarihe kadar, Los Angeles Başkonsolosumuz ve yardımcısı ile Paris ve Viyana Büyükelçilerimiz dahil altı Bakanlık mensubu Ermeni teröristler tarafından şehit edilmişlerdi. Yurtdışına atananlarda tedirginlik seziliyordu. Ben 1979 yılında ikinci katip olarak Viyana’ya atandım. Göreve başladığım gün demirbaşa kayıtlı bir silah verildi. Tüm Büyükelçilik personeli Avusturya makamlarının da izniyle silah taşıyor, zaman zaman atış talimlerine gidiyorduk. Bununla birlikte normal yaşamımızı sürdürmeye çalışıyorduk. Silah taşımanın yararı bazı meslektaşlarımızın yaşadıkları üzücü deneyimlerle kanıtlandı. Biri Roma’da, diğeri Tahran’da iki arkadaşımız saldırganlara silahla karşılık vermeleri sayesinde yaralı olarak kurtuldular.
Viyana Büyükelçiliği Konsolosluk Şubesine amirlik yaptığım dönemde, sanıyorum 1980 Haziran ayıydı, İstanbul’dan bir ziyaretçiniz var dediler. Bedros İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden sınıf arkadaşı ortak bir dostumuzdan selam getirmişti. Viyana Teknik Üniversitesinde doktora öğrenimine başlayan Bedros’a bizimle aynı semtte bir stüdyo kiraladık ve kırk yıllık dost gibi arkadaş olduk. Sesi güzeldi, bize şarkılar söylerdi. Askerlik görevini yaparken komutanı Türk müziği bilgisi ve yeteneğini farketmiş, ona konserler verdirtmiş.
Bedros vasıtasıyla, daha önce Viyana’ya gelip yerleşmiş olan, eşiyle birlikte trikoculuk yapan Artun’la tanıştık. Bedros’un annesi oğlunu ziyaret için Viyana’ya geldiğinde evimize davet ettik. Bu vesileyle, annesinin özenle sardığı hayatımızın en lezzetli yaprak dolmasını yeme fırsatını bulduk. Sıcak, sevecen sohbetlerimiz oldu.
1982 yaz başında evimizin civarında şüpheli şahıslar görmeye başladık. Avusturya polisi caydırıcılığı tercih ederek görünürlüğü yüksek tedbirler aldı. Viyana’dan ayrılmadan önceki son günlerde işe polis refakatinde gidip gelmeye başladım. Ancak, akşamları köpeğimizi dolaştırmak için dışarı çıkmak zorundaydık. Bedros ve Artun gönüllü olarak yakın koruma görevini üstlendiler. Yakınımızda bir yabancı gördüklerinde yüksek sesle Ermenice konuştular. Eşim ve ben hayatlarını da riske atarak gösterdikleri içten dostluktan dolayı Bedros ve Artun’a şükran borçluyuz. Viyana’ya her gittiğimde onları ararım, hasret gideririz.
Viyana’dan Halep Başkonsolosluğu’na atanmıştım. 1982 yılı Eylül ayında bir bayram günü eşim ve köpeğimiz Dost’la Halep’e ulaştık. Ev bulup kiralamadan önce bir hafta süreyle Baron otelde kaldık. Otel 1900’lerin başlarında Mazlumyan ailesi tarafından inşa edilmiş, Baas hükümeti tarafından devletleştirilmiş ancak işletmesi oğul Mazlumyan’a bırakılmıştı. İngiliz eşi, oğlu ve kızıyla otelin arka bahçesindeki evde oturuyordu. Bize ailece yakınlık gösterdiler. Zamanında Atatürk’ün kaldığı odayı verdiler. Otelde Agatha Christie ve Lawrence gibi ünlü kişiler kalmışlardı. Başlangıçta mesafeli davranan garson Garabet daha sonra bizle sohbet etmeye başladı. İki yıl boyunca, ziyaretçilerimiz geldiğinde mutlaka Baron otelin barına uğradık ve Garabet bize çok iyi davrandı. Mazlumyanlar ise sohbetlerimizde Suriye Arap kültüründen ziyade Anadolu kültürüne, geleneklerine ve adetlerine yakınlıklarını dile getirdiler. Yaşadıkları ülkede kendilerini yabancı hissediyorlardı. Benzer bir hissiyatı yıllar sonra, İsrail’de Büyükelçi olarak görev yaptığım dönemde, Türkiye’den göç eden Yahudilerde de gözlemledim. Sanıyorum, mübadelelerde Türkiye’den Yunanistan’a giden Rumlar da benzer duygular içindeydiler. Ne yazık ki, insanlık tarihinde bu tür trajik olaylar çok yaşandı.
Halep’te o zaman bir milyon kişi yaşıyordu. Ermeni nüfusunun elli bin olduğu söyleniyordu. Ama daha kalabalık gibiydiler. Yaşamımızı kolaylaştıran hemen herkes Ermeniydi. Kasabımız, alışveriş yaptığımız market sahibi, videocumuz (Türk filmleri yasaktı ama el altından bulup verirlerdi), Başkonsolosluğun elektrik teknisyeni, matbaacısı, araba tamircimiz, eşimin fizyoterapisti, kapalı çarşı civarında birçok dükkan sahibi Ermeni’ydiler. Garaj sahibi, ustaların ustası Artin aynı zamanda zırhlı servis taşıtımızın bakımını yapıyor, gerektiğinde tamir ediyordu. Artin Halep’te daha önce görev yapan Başkonsolos rahmetli Nusret Aktan’ın tavla arkadaşıymış. Nusret Bey “silahım martini, adamım Artin” diye takılırmış kendisine. Halep çarşısına çıktığımızda, Maraşlı, Elazığlı, Antepli Ermeniler bize kahve ısmarlar, sohbet eder, birbirlerine aşina olduğumuz şakalar yaparlardı. Karşılaştığım bir Ermeni çocuğun Türkçesinden, bunca yıl sonra evlerinde hala bu dili konuştuklarını anladım.
Halep’teki Ermeni toplumunun önde gelen şahsiyetlerinden Nazar Nazaryan Cumhuriyet Bayramı resepsiyonlarına her zaman erken gelir, en son ayrılırdı. Kendini yarı ev sahibi gibi görüyordu. Bir sorunla karşılaştığımızda çözmemize yardımcı olurdu. Ermenilerin bazıları dil ve kültür yakınlığından olacak, Türkmen’lerle iş ortaklıkları kurmuşlardı. İki yıllık Suriye deneyimimizi mutlu ve huzurlu geçirmemizde Ermenilerin de büyük payı vardır.
1986 yılında NATO Daimi Temsilciliğimize müsteşar olarak atandım. Üç yıl sonra NATO Yazmanlığı’na geçerek beş yıl da orada görev yaptım. Toplam sekiz yıl boyunca, meslektaşlarım dışında en çok karşılaştığım kişi tamirci Agop’tu. Yıllar önce İstanbul’dan gelip Brüksel’e yerleşen Agop, daha çok Türklerin oturduğu mahallede bir tamirci dükkanı açmıştı. Tüm meslektaşlar araba tamiri için ona giderdik. Yetkili servisin beşte bir fiyatına iş yapar ve kaliteyi bozmazdı. Agop Türkiye’deki adetlerini de sürdürürdü. Kurban keser, adak adardı. Tamir işimiz olmasa da bazen sırf sohbet etmek için şöyle bir uğrardık Agop’a. Kahvesini içer, İstanbul özlemiyle dolu hikayelerini dinlerdik. Belçika’ya bir türlü alışamamıştı.
2004 yılına kadar meslek hayatımda Ermeni sorunuyla doğrudan ilgilenmemiştim. Merkezde ilgili bölümde veya belli dış görevlerde bulunan meslektaşlarım soykırım anıtları dikilmesine karşı veya Washington dahil çeşitli başkentlerde soykırım açıklamalarının engellenmesi için büyük özveriyle gayret sarfediyor, sonuç aldıklarında seviniyor, alamazlarsa hayal kırıklığı duyuyorlardı. Tel Aviv’de Büyükelçi olarak görev yaptığım yıllarda (1999-2002) ABD’den gelen Yahudi kuruluşları temsilcileri beni ziyaret ediyor ve İsrail’le ilişkilerimiz iyi gittiği sürece ABD’de, üstü kapalı Ermeni sorununa da yollamayla, Türkiye’yi her konuda desteklemeye devam edeceklerini söylüyorlardı.
Asala terörüne birçok şehit vermemize karşın bu olayları, yüzyıllardır ülkemizde yaşayan kadim Ermeni toplumuyla ilişkilendirmek aklımızdan geçmedi. 1990’ların ikinci yarısından itibaren Bakanlık içinde, meslektaşlarla yapılan görüş alışverişlerinde farklı görüşler ortaya çıkmakla beraber, Ermenistan’ın 1991 yılında bağımsız bir devlet kimliği kazanmasının fırsat yarattığı, diasporanın katı tutumundan bağımsız olarak komşuluk ilişkileri çerçevesinde bir iletişim ve iş birliği kurulabileceği ve tarihi sorunların da ortak bir komisyonda ele alınabileceği görüşü ağırlık kazanıyordu. Nitekim, o dönemde bazı saygın emekli diplomatlar ve akademisyenlerimizin yer aldığı gayrı resmi görüşmeler yapılmış, ancak sonuçsuz kalmıştı. Bunu daha sonra resmî makamlar arasındaki gizli görüşmeler izledi.
2004 yılında Müsteşar Yardımcılığı görevine atanarak Ankara’ya döndüğümde, Ermenistan temsilcileriyle üçüncü bir ülkede yapılmakta olan görüşmelerin düzeyi yükseltilerek bana görev verildi. Ermenistan Dışişleri Bakan Yardımcısı ve heyetiyle üç kez görüştük. Ancak o dönemde, iki ülkedeki siyasi otoritenin cesur adımlar atmaya henüz hazır olmadıkları izlenimini edindim. Sonuç alamadık. Ben 2006 yılında Cenevre’ye atandıktan bir süre sonra İsviçre’nin aracılığıyla, Ermenistan’la görüşmelerin tekrar başladığını duyduğumda çok sevindim. Bu sürecin sonunda bir taraftan Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesini, diğer taraftan ortak tarih komisyonu kurulmasını öngören Zürih protokolleri imzalandığında ümitlerim artmıştı. Maalesef protokoller uygulamaya konulamadı. Bunun sorumluluğunu iki taraf birbirine yükledi. Büyük bir fırsat kaçırıldı.
Cenevre’de Daimi Temsilci olarak görev yaptığım dönemde sorumluluk alanımdaki çeşitli örgütler arasında İnsan Hakları Konseyi de bulunuyordu. BM üyesi her ülkedeki insan hakları uygulamalarının gözden geçirilmesi süreci başlatılmıştı. Merkezlerden gelen, genellikle bakanların başkanlık yaptıkları heyetler bir sunuştan sonra sorulara cevap veriyorlardı. 2007 yılı başında Ermenistan’a sıra geldiğinde Dışişleri Bakanı Oskanyan heyete başkanlık ediyordu. Bakan sunuşunun son bölümünde 19 Ocak 2007’de gazeteci Hrant Dink’in İstanbul’da öldürülmesi olayına atıfla, bu suikastın önlenmesi yönünde gerekli tedbirleri almadığı için Türk makamlarını ve hükümetimizi suçladı. Ben de söz alarak, Hrant Dink’in değerli bir basın mensubu olduğunu ve menfur saldırı sonucunda kaybından büyük üzüntü duyduğumuzu, suçluların en kısa zamanda yakalanarak cezalandırılacaklarından kuşku duyulmaması gerektiğini söylemiştim. Sonraki gelişmeler herkesçe malum.
Son olarak Lahey’de, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü Genel Direktörlüğü görevinde bulunduğum sırada katıldığım bir etkinlikten söz edeceğim. Ermeni Büyükelçisi büyük bir salonda, ülkesinden gelen sanatçıların sergiledikleri bir gösteri düzenlemişti. Ermenice şarkılar sanki Türk müziği eşliğinde söyleniyordu. Hele halk dansları topluluğu davul ve zurna eşliğinde sahneye çıktığında iyice şaşırdım, duygulandım ve gözlerim doldu. İki halk arasındaki benzerliklerin, farklılıklardan çok daha derin ve güçlü olduğunu bir kez daha görmüştüm.
Bu yazımda, özel ve mesleki hayatımda karşılaştığım Ermenileri anlattım. Son elli yılda değişik zaman kesitlerinde ve yerlerde iki topluma mensup kişilerin ilişkilerine örnek oluşturabilecek anekdotlara ve gözlemlere yer verdim. Okuyanların kendi Ermeni arkadaşlarını, aile dostlarını ve yurtdışında karşılaştıkları Türkiye’den göç etmiş kişileri anımsamalarına vesile olmasını ve bu suretle iki halk arasındaki son derece yakın, köklü kültürel ve duygusal bağların bir kez daha bilincine varmalarını ümit ediyorum. Bu farkındalığı yaratabilir ve yaygınlaştırabilirsek, kuşku yerine güvene, intikam hisleri yerine barış ve uzlaşmaya, husumet yerine karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı sürdürülebilir bir ilişki tesis edebileceğimize inanıyorum.
Başkan Biden’ın 24 Nisan tarihinde yaptığı açıklamanın ABD iç politikası ve ülkemizle ikili ilişkilerin bugünkü durumundan kaynaklanan siyasi bir duruşu yansıttığına kuşku yok. İçeriği kadar zamanlaması da siyasidir. Önemini yadsımamakla birlikte, bu açıklamaya karşılık verelim derken ülke çıkarlarıyla bağdaşmayan hareketlerden mutlaka kaçınılması gerekir. Öte yandan bunun acısını Ermenistan’dan veya Ermeni halkından çıkartmaya çalışmak da yanlış olur. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki son çatışmaların sonucunda ortaya çıkan durum bir fırsat olarak değerlendirilmeli ve esasen çok gecikmiş olan normalleşme süreci başlatılmalı, bunun paralelinde ortak tarih komisyonu harekete geçirilmelidir. Zürih protokolleri taraflarca onaylandığı takdirde yeterli yasal çerçeveyi sağlayacaklardır. Ülkemizdeki Ermeni toplumu temsilcileri böyle bir girişimde kolaylaştırıcı rol oynayabilirler. Ayrıca bazı düşünce kuruluşlarımız da katkıda bulunabilirler. Yeni bir uzlaşma süreci uluslararası kamuoyu tarafından da memnuniyetle karşılanacak ve bunun ABD dahil, Batı ile ilişkilerimize olumlu yansımaları olacaktır.
Türkiye’nin dış politikadaki en büyük zaaflarından biri gerekli adımları zamanlı ve kararlı biçimde atamamasıdır. Umarım bu kez iki tarafta da gerekli siyasi irade oluşur ve arzu edilen sonuca ulaşılır. Ülkemizin çıkarları bunu gerektirmektedir.