GİF olarak, İnternet Sitesi’nin sağlanması ve bilgi toplumu hizmetlerinin sunulması için zorunlu çerezler kullanmaktayız. GİF tarafından kullanılan çerezlerin türü ve kullanım amaçlarına ilişkin detaylı bilgiler için Çerez Aydınlatma Metni’ni inceleyebilirsiniz.
X

Düşündürenler

 

Parçalanan BRIC: Diğerlerinin Yükselişi Neden Durdu - Ruchir Sharma

Son birkaç yıldır, küresel ekonomide hakkında en çok konuşulan trendlerden biri, gelişmekte olan pek çok ülke ekonomisinin, daha gelişmiş ülkelere hızlı bir biçimde yetişmesini öngören ve  “diğerlerinin yükselişi” olarak adlandırılan olguydu. Bunun ardındaki başlıca itici güçler ise, BRIC ülkeleri olarak bilinen dört büyük “gelişmekte olan pazar” ülkesiydi: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin. Bu argümana göre dünya, çok ender görülecek bir değişime tanık oluyordu; gelişmekte olan dünyanın başlıca oyuncuları ilk kez gelişmiş dünyadaki ülkelere yetişiyor ve hatta onları geçiyordu.

Bu öngörüler genellikle, gelişmekte olan dünyanın geçen onyılın ortasından bu yana sergilediği yüksek büyüme hızlarını alıp doğrudan geleceğe yansıtıyor, ABD ve diğer ileri endüstriyel ülkelerin yavaşlaması beklenen büyümesiyle mukayese ediyorlardı. Bu tür egzersizler güya Çin’in ABD’yi geçip dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmek üzere olduğuna da işaretti – Amerikalılar da bu iddiayı çok ciddiye almış olmalı ki; bu yıl yapılan bir Gallup anketine göre, ABD ekonomisi Çin ekonomisinden hala iki kat büyük olmasına rağmen (ve kişi başına düşen milli gelir, ABD’de yedi kat fazla), nüfusun %50’si Çin’in şu anda bile dünyanın “lider” ekonomisi olduğunu düşündüğünü söyledi.

Ne var ki geçmişte, ekonomik trendleri düz çizgide geleceğe taşıyan benzer tahminlerde -1980’lerde Japonya’nın kısa süre içinde bir numaralı ekonomi haline geleceği beklentisi- olduğu gibi; sonrasında elde edilen sonuçlar, bu abartılı tahminlerin üstüne soğuk su döküyor. Dünya ekonomisi 2009’dan beri en kötü dönemine doğru ilerlerken, Çin’in büyümesi de keskin bir biçimde yavaşlıyor, iki haneli sayılardan yüzde 7’ye ve hatta onun da altına düşüyor. BRIC ülkelerinin geri kalanı da tökezlemekte: 2008’den bu yana Brezilya’nın yıllık büyümesi yüzde 4,5’ten yüzde 2’ye; Rusya’nınki yüzde 7’den yüzde 3,5’e, Hindistan’ınkiyse yüzde 9’dan yüzde 6’ya düştü.

Bu veriler hiç de şaşırtıcı olmamalı; çünkü hızlı büyümeyi onyıldan daha uzun bir süre devam ettirmek zordur. Geçen onyılın olağandışı koşulları bunu kolay bir şeymiş gibi gösterdi: krizlerle dolu 1990’lardan çıkan ve bütün dünyayı kaplayan kolay parayla desteklenen yükselen piyasalar, neredeyse bütün ekonomilerin büyümesini sağlayan toplu bir yükselişle uçuşa geçti. Dünyada yalnızca üç ülkenin negatif büyüme yaşadığı 2007’ye gelindiğinde, ekonomik durgunluklar uluslararası sahneden silinmiş gibiydi. Şimdiyse yükselen piyasalara akan yabancı para miktarı çok azaldı. Küresel ekonomi her zamanki düşük hızına geri dönüyor; geri kalan birçok ülke bulunuyor ve beklenmedik yerlerde ortaya çıkan galiplerin sayısıysa oldukça az. Bu değişimin sonuçları çarpıcı çünkü ekonomik devinirlik, güç demek ve yükselen yıldızlara doğru yönelen para akışı, küresel güç dengesini de yeniden belirleyecek.

 

DAİMA YÜKSELMEK

Gelişmekte olan dünyayla gelişmiş dünyanın daha geniş çapta birbirine yaklaşacağı fikri bir efsaneden ibarettir. Dünyada IMF tarafından izlenen yaklaşık 180 ülke arasından yalnızca 35’i gelişmiştir. Diğerlerinin piyasaları hala gelişmektedir –bu durum uzun yıllardır süregelmektedir ve daha uzun yıllar boyunca da böyle devam edecektir.  Harvard’lı ekonomist Dani Rodrik, bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir. Rodrik, 2000 yılına kadar bir bütün olarak yükselen piyasaların gelişmiş dünyaya hiç de yaklaşmadığına işaret etmektedir.  Hatta 1950-2000 döneminde, ileri ve gelişmekte olan ekonomiler arasındaki kişi başına düşen milli gelir farkı, düzenli olarak artmıştır. Batı’ya yetişen birkaç ülke olmuş; ancak bunlar Körfez’deki petrol ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Güney Avrupa ülkeleri ve Doğu Asya’nın ekonomik “kaplan”larıyla sınırlı kalmıştır. Yükselen piyasaların bir bütün olarak Batı’ya yetişmeye başlaması ancak 2000’den sonra olmuştur; yine de 2011’de zengin ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki kişi başına düşen milli gelir farkı, tekrar 1950’deki düzeyine gerilemiştir. 

Bu, yükselen piyasalar hakkında olumsuz bir görüş olmamakla beraber, yalnızca tarihsel bir gerçek niteliğindedir. 1950’den bu yana herhangi bir onyılda, yükselen piyasaların ortalama olarak ancak üçte biri yılda yüzde beş ya da daha fazla büyüyebilmiş, dörtte birinden azı bunu yirmi yıl, onda biriyse otuz yıl sürdürebilmiştir. Yalnızca Malezya, Singapur, Güney Kore, Tayvan, Tayland ve Hong Kong bu büyüme hızını kırk yıl boyunca muhafaza etmiştir. Dolayısıyla şimdi BRIC ülkelerinde görülen yavaşlama emarelerinden önce de, Brezilya’nın onyıl boyunca yüzde beşin üzerinde büyümesi, Rusya’nın da bunu yirmi yıl sürdürmesi olasılığı oldukça düşüktü.

Bu arada, yükselen piyasaların pek çoğu da sürdürülebilir büyüme için hız kazanmayı başaramadı, bazılarının ilerlemesi ise orta gelir düzeyine eriştikten sonra durdu. Malezya ve Tayland zengin ülkeler arasına girmek üzereydi ki eş dost kapitalizmi, aşırı borçlanma ve paralarının fazla değerlenmesi nedeniyle 1997-98’deki Asya finansal krizi yaşandı. Bu ülkelerin büyüme hızları o zamandan beri hayal kırıklığı yaratıyor. 1960’ların sonlarında Burma (şimdiki adıyla Myanmar), Filipinler ve Sri Lanka yeni kuşak Asya kaplanları olarak nitelendiriliyordu; ancak bugünün 5000 doları düzeyindeki bir orta sınıf ortalama gelirine dahi ulaşamadan başarısız oldular. Büyümeyi sürdürememek, genel kural haline geldi ve önümüzdeki onyılda bu kuralın, büyük olasılıkla, yeniden geçerlilik kazandığına tanık olacağız.

Yirmi birinci yüzyılın ilk onyılında, yükselen piyasalar küresel ekonominin öyle önemli bir direği haline geldi ki, finans dünyasında “yükselen piyasalar” kavramının ne kadar yeni olduğunu göz ardı etmek kolaylaştı. “Yükselen piyasalar”ın, gündeme ilk kez oturması 1980’lerin ortasında, Wall Street’in bunları ayrı birer varlık sınıfı olarak izlemeye başlamasıyla olmuştu. Başlangıçta “egzotik” olarak nitelenen bu yükselen piyasa ülkelerinin çoğu, o dönemde kendi borsalarını yabancı yatırımcılara yeni yeni açmaya başlıyordu: Tayvan 1991, Hindistan 1992, Güney Kore 1993, Rusya’ysa 1995 yılında borsalarını yabancı yatırımlara açtılar. Yabancı yatırımcılar bu borsalara akın edince 1987-1994 yılları arasında yükselen piyasaların hisse fiyatlarında (dolar bazında ölçüldüğünde) yüzde 600’lük bir patlama gerçekleşti. Bu süre zarfında yükselen piyasa ekonomilerine yatırılan para miktarı, küresel borsaların toplamının yüzde birinin altında iken, neredeyse yüzde sekizine yükseldi. 

Bu dönem, 1994-2002 arasında Meksika’dan Türkiye’ye kadar uzanan ekonomik krizlerle sona erdi. Gelişmekte olan ülkelerin borsaları, değerlerinin neredeyse yarısını yitirdi ve küresel toplamın yüzde dördüne geriledi. 1987’den 2002’ye gelindiğinde, gelişmekte olan ülkelerin küresel GSYİH içindeki payı yüzde 23’ten yüzde 20’ye düştü. Bunun tek istisnası, payını iki katına çıkartarak yüzde 4,5’e ulaşan Çin idi. Başka bir deyişle, hararetle yükselen piyasaların hikayesi, aslında tek bir ülke hakkındaydı.

Gelişmekte olan pazarların ikinci kez gündemde olması, 2003’teki küresel büyüme patlamasıyla başladı; yükselen piyasalar bu kez gerçekten bir grup olarak yükselişe geçti. Küresel GSYİH’deki payları hızla arttı ve yüzde 20’den bugünkü düzeyi olan yüzde 34’e çıktı (bu kısmen paralarının değerlenmesine bağlıydı), küresel borsaların toplamı içindeki payları da yüzde 4’ün altından yüzde 10’un üstüne çıktı. 2008’deki küresel finansal krizde yaşadıkları ağır kayıpları 2009’da büyük oranda telafi ettiler; ancak o zamandan bu yana yavaş bir ilerleme kaydediyorlar.

Gelişmekte olan dünyanın ölçülü büyümesiyle, yükseliş-çöküş döngüsünün geri gelmesiyle ve yükselen piyasa ekonomileri bağlamında sürü psikolojisinin kırılmasıyla tanımlanacak olan üçüncü dönem yeni yeni başlıyor. Geçtiğimiz onyılda yatırımı besleyen kolay para ve iyimserliğin olmadığı bir ortamda, gelişmekte olan ülkelerin borsaları büyük olasılıkla daha ölçülü ve inişli çıkışlı kazançlar sağlayacak. 2003-2007 arasında yıllık ortalama yüzde 37’lik getiri, önümüzdeki onyılda en iyi olasılıkla yüzde ona inecek; çünkü geçtiğimiz onyıldaki güçlü performansın ardından, büyük yükselen ekonomilerdeki getiri büyümesi ve döviz kurları daha fazla büyüme için gerekli alanı sınırlıyor.

 

SON KULLANMA TARİHİ GEÇTİ

Küresel ekonomi hakkında düşünmeyi zorlaştıran fikirlerin başında BRIC ülkeleri geliyor. Kendi bölgelerindeki en büyük ekonomiler olmalarının dışında, yükselen bu dört büyük pazarın hemen hemen hiçbir ortak noktası olmadı. Bu ülkeler, farklı ve çoğu zaman birbiriyle rekabet halindeki alanlarda büyüme yaratıyorlar – örneğin Brezilya ve Rusya yüksek enerji fiyatlarından yararlanan büyük enerji üreticileriyken, önemli bir enerji tüketicisi olan Hindistan bu yüksek fiyatlardan olumsuz etkileniyor. Geçtiğimiz onyıldaki gibi olağandışı koşullar geçerli olmadığında, bu ülkelerin birbirleriyle ahenk içinde büyüme olasılığı düşüktür. Çin bir kenara bırakılırsa; bu ülkelerin birbirleriyle olan ticaret bağları sınırlı olmakla birlikte, iç ve dış politikada da az sayıda ortak çıkarları bulunmaktadır.

Kısaltmalarla düşünmenin sorunlarından biri de, bir kez yaygınlaştığında analizcileri, kısa sürede modası geçebilecek bir dünya görüşüne mahkum etmesidir. Rusya’nın GSYİH’sinin yüzde 20’sine denk gelen varlıklara sahip petrol zengini bir milyarderler sınıfının hükmettiği ekonomisi ve borsası, geçtiğimiz yıllarda, yükselen piyasa ekonomilerinin en zayıflarından biriydi ve Rusya ekonomisinde bu milyarderlerin payı, diğer büyük ekonomilere kıyasla en yüksek orandaydı. Bu dengesizliğe rağmen Rusya, belki de BRIC kısaltması “r” harfiyle kulağa daha hoş geldiği için grubun üyesi olmayı sürdürüyor. Uzmanların bu kısaltmayı kullanmayı sürdürüp sürdürmemesinden bağımsız olarak, duyarlı analistlerin ve yatırımcıların esnek olması gerekiyor; tarihi olarak, onyıl boyunca yüzde beş ve üzerinde bir hızla büyüyen çarpıcı ülkeler -1950’lerde Venezuela, 1960’larda Pakistan ya da 1970’lerde Irak gibi- aynı güçlü büyümeyi ikinci bir onyıl boyunca sürdüremeden evvel genellikle bir tehditle karşılaşıyor veya bir engele takılıyorlar (savaş, mali kriz, kayıtsızlık, kötü liderlik).

Günümüzdeki ekonomik öngörü modası, kimsenin sizden hesap soramayacağı kadar uzak bir gelecekle ilgili tahminler yapmak yönünde. Bu yaklaşım, diyelim ki, geçmişte on yedinci yüzyıla, Çin’le Hindistan’ın küresel GSYİH’nin belki de yarısını yarattığı bir döneme, ilerisi için de böylesi bir ağırlığın yeniden ortaya çıkacağı, gelecekteki bir “Asya yüzyılı”na kadar uzanıyor. Oysa küresel ekonomik döngüde net modellerin bulunabileceği en uzun süre, onyıl dolayında. Genel olarak bir iktisadi döngü, bir dipten diğerine yaklaşık beş yıl sürüyor ve pratik yatırımcıların çoğu da perspektiflerini bir ya da iki iktisadi döngüyle sınırlıyor. Bunun ötesindeki tahminler, öngörülemeyen yeni rakiplerin, yeni siyasi ortamların veya yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla geçerliliklerini yitiriyor. CEO’ların ve büyük yatırımcıların çoğu, stratejik vizyonlarını hala üç, beş ya da en fazla yedi yılla sınırlıyor ve sonuçları da aynı zaman aralığında değerlendiriyorlar.

 

YENİ VE ESKİ EKONOMİK DÜZEN

Önümüzdeki onyılda ABD, Avrupa ve Japonya büyük olasılıkla yavaş bir büyüme sergileyecek. Ancak onların bu yavaşlığı, küresel ekonominin genel hikayesinin yanında daha az endişe uyandıracak; çünkü Çin’de şimdiden başlamış olan yüzde üç ya da dörtlük bir yavaşlama söz konusu ve Çin ekonomisi olgunlaştıkça daha derin bir yavaşlama gözlenmesi de mümkün olacak. Çin’in nüfusu, ekonominin bugüne kadarki hızıyla büyümeyi sürdürebilmesi için fazlasıyla büyük ve fazla hızlı yaşlanıyor. Çin nüfusunun yüzde 50’den fazlası artık kentlerde yaşıyor ve Çin, ekonomistlerin “Lewis dönüm noktası” dedikleri yere yaklaşıyor: Bu, ülkenin kırsal kesiminden gelecek iş gücü fazlasının büyük oranda tükendiği nokta. Son yirmi yıldır yoğun bir biçimde yaşanan kente göçün ve tek çocuk politikasının yarattığı işgücü daralmasının sonucunda bu noktaya gelindi. Bugün pek çok Amerikalı’nın,  Asya’nın yeni güçlerinin ABD’yi hızla geçmekte olduğunu düşünüyor olması tıpkı Japonya’nın 1980’lerdeki yükselişine eşlik eden patırtıya benziyor ve ABD’de periyodik aralıklarla görülen paranoya nöbetlerinden biri olarak hatırlanacak.

Çin’de ve ileri sanayi toplumlarında büyüme yavaşladıkça bu ülkeler; Brezilya, Malezya, Meksika, Rusya ve Tayvan gibi ihracatla büyüyen muhataplarından daha az mal almaya başlayacaklar. Geçtiğimiz onyılda görülen büyüme sırasında, gelişmekte olan pazarlarda ortalama dış ticaret miktarının GSYİH’ye oranı neredeyse üç katına çıkarak yüzde altıya ulaştı. Ancak 2008’den bu yana dış ticaret, yüzde ikinin altında olan eski payına geri döndü. İhracat odaklı yükselen piyasa ekonomileri, güçlü bir büyüme yakalayabilmek için yeni yollar bulmak zorunda, yatırımcılar da pek çoğunun bunu başaramayacağını anlamalı: 2012’nin ilk yarısında, yükselen piyasalar içinde en başarılılarla en başarısızlar arasındaki değer farkı, yüzde 10’dan yüzde 35’e fırladı. Dolayısıyla önümüzdeki birkaç yılda, yükselen piyasaların yeni normali, 1950’leri ve 1960’ları anımsatacak, yani ortalama büyüme yüzde beş civarında olacak ve pek çoğu bu yarışta geride kalacak. Bu demek değil ki hepsi benzer şekilde az gelişmiş olan ülkelerden oluşan, 1970’ler tarzı bir Üçüncü Dünya yeniden ortaya çıkacak. O günlerde bile, Güney Kore ve Tayvan gibi bazı yükselen piyasa ekonomileri hızlı büyümeyi yakalamaya başlamıştı; ancak başarıları Hindistan gibi daha büyük ülkelerdeki sefaletin gölgesinde kaldı. Ancak şurası kesin –gelişmekte olan ülkelerin ekonomik performansları arasında büyük farklar olacak.

Gelişmekte olan pazarların dengesiz yükselişi, küresel ekonomiyi çeşitli açılardan etkileyecek. Öncelikle, Batı’nın özgüvenini yerine getirecek ve son dönemde yükselen Brezilya ve Rusya (ayrıca Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’daki petrol diktatörlükleri) gibi yıldızların ekonomik ve diplomatik ışıltısını azaltacak. Bununla gelen bir başka sonuç ise, Çin’in başarısının otoriter, devlet güdümlü kapitalizmin üstünlüğünü kanıtladığı görüşünün yara alması olacak. 1980’den beri onyıl boyunca istikrarlı bir şekilde yüzde beş büyüyen 124 gelişmekte olan ülkeden yüzde 52’si  demokratik bir rejimle yönetilirken, yüzde 48’i otoriterdi. En azından kısa ve orta vadede mühim olan şey, bir ülkenin siyasi sistemi değil, büyüme için gerekli reformları anlayabilecek ve uygulayabilecek liderlerin varlığı oluyor.

Diğer bir sonuç da, demografik getiri denen görüşün terk edilmesi olacak. Çin’deki hızlı büyüme, kısmen de olsa iş gücüne yeni katılan büyük bir genç kuşak sayesinde gerçekleştiği için, bugün uzmanlar nüfus verilerini tarayarak bir sonraki büyük ekonomik mucizeyi işaret edecek benzer nüfus şişkinlikleri arıyor. Ancak böylesi bir demografik determinizm, bu yeni işçilerin küresel pazarda rekabet edecek becerilere sahip olacağını ve hükümetlerin de yeni iş olanakları yaratmak için doğru politikaları izleyeceğini varsayıyor. Geçtiğimiz onyılın dünyasında, yükselen sular bütün ekonomileri yükseltirken, demografik getiri fikri kısa bir süreliğine de olsa akla yatkındı. Ancak o dünya artık yok.

Son dönemin ekonomik rol modelleri, yerlerini yeni modellere bırakacak ya da belki de büyüme yollarının farklı yönlere ayrışmasıyla yeni modeller hiç olmayacak. Geçmişte Asya ülkeleri Japonya’yı, Baltık Denizi’nden Balkanlara uzanan coğrafyadaki ülkeler Avrupa Birliği’ni, bütün ülkeler de bir dereceye kadar ABD’yi örnek olarak alırdı. Ancak 2008 krizi, bütün bu rol modellerinin güvenilirliğini sarstı. Tokyo’nun son dönemdeki hataları, bir imalat devi olarak yükselişini sürdüren Güney Kore’yi Japonya’ya kıyasla çok daha çekici bir Asya modeli haline getirdi. Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Türkiye gibi bir zamanlar Eurozone’a girebilmek için çırpınan ülkeler, şimdi suyun üstünde kalmak için uğraşan ve bu kadar çok üyesi olan bir kulübe katılmak isteyip istemediklerini sorguluyor. ABD’ye gelince, yoksul ülkelerin harcamalarını kısmasını ve ekonomilerini liberalleştirmesini öngören 1990’ların Washington Konsensüsü, şimdi Washington bile kendi devasa bütçe açığını azaltma konusunda görüş birliği sağlayamazken, hiç de ikna edici durmuyor.

Alçak bir noktadan başlayarak hızla büyümek daha kolay olduğu için, farklı gelir sınıflarındaki ülkeleri mukayese etmek pek bir şey ifade etmiyor. Aradan fırlayıp çıkacak birkaç ülke, kendi gelir sınıflarındaki rakiplerini geçen ve o sınıfın genel performans beklentilerini aşan ülkeler olacak. Bu beklentilerin de artık daha gerçekçi olması gerekiyor. Geçtiğimiz onyıl, küresel büyümenin yaygınlığı ve hızı açısından olağandışıydı; bu mutlu durumun yakın bir zamanda yeniden geri geleceğini düşünenler de büyük olasılıkla hayal kırıklığına uğrayacak.

Kişi başına 20.000-25.000 dolar arası gelir düzeyi olan ülkelerden yalnızca ikisi, önümüzdeki onyıl boyunca yüzde üçlük bir büyüme hızı tutturabilecek ya da bunu geçebilecek gibi duruyor: Çek Cumhuriyeti ve Güney Kore. Ortalama geliri 10.000-15.000 dolar arasında olan büyük bir grubun içindeyse yalnızca Türkiye, yüzde dört ya da beşlik bir büyüme tutturabilir ya da bunu geçebilir gibi, ancak Polonya’nın da bir şansı olduğunu söylemek gerekiyor. 5.000-10.000 dolar gelir sınıfında da yalnızca Tayland, ciddi oranda fark yaratabilecek bir potansiyele sahip. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda, gelişmekte olan bir dizi yeni ülkenin yıldızının parlayacağı düşünüldüğünde; bunların, kişi başına düşen geliri 5.000 doların altında olan Endonezya, Nijerya, Filipinler, Sri Lanka ve çeşitli Doğu Afrika ülkeleri gibi ülkeler arasından çıkması beklenebilir.

Her ne kadar alt gelir grubundan daha fazla sayıda ülkenin yükselmesi beklenebilirse de, üst ve orta gelirli ülkelerde yeni ekonomik düzen, büyük olasılıkla, çoğu gözlemcinin beklentisinin de ötesinde eski düzene benzeyecek. Diğerleri, yükselmeyi sürdürebilir; ancak çoğu uzmanın öngördüğünden daha yavaş ve daha istikrarsız bir biçimde yükselecek. Ve bunların içinden de çok azı, gelişmiş dünyanın gelir düzeyine ulaşabilecek.

 

Ruchir Sharma, Morgan Stanley Investment Management’ta Yükselen Piyasalar Ve Küresel Makro bölümünün Başkanı, aynı zamanda da Breakout Nations: In Pursuit of the Next Economic Miracles adlı kitabın yazarı.

 


The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir.
 

 

X