GİF olarak, İnternet Sitesi’nin sağlanması ve bilgi toplumu hizmetlerinin sunulması için zorunlu çerezler kullanmaktayız. GİF tarafından kullanılan çerezlerin türü ve kullanım amaçlarına ilişkin detaylı bilgiler için Çerez Aydınlatma Metni’ni inceleyebilirsiniz.
X

Düşündürenler

 

Post-Washington Uzlaşısı: Kriz Sonrası Kalkınma - Nancy Birdsall ve Francis Fukuyama



Bu defa, kapitalizm, gelişmekte olan dünyada bile şiddetle reddedilmedi. 2009 yılı başlarında, küresel finansal panik zirvedeyken, eskiden kapitalist sistemin dışında yer alan Çin ve Rusya, yerli ve yabancı yatırımcılarına kapitalist modeli terk etmeye niyetleri olmadıklarını açıkça ifade ettiler. Gelişmekte olan hiçbir büyük ülkenin lideri serbest ticarete ya da küresel kapitalist sisteme bağlılığından geri adım atmadı. Tersine, bugün, piyasa liderliğindeki küreselleşmeye çok fazla bel bağlamanın risklerini vurgulayan ve küresel finansın daha fazla düzenlenmesi çağrısında bulunan birileri varsa, onlar da yerleşik Batı demokrasileri.

Krizden sonra, gelişmekte olan ülkelerde oluşan tepkiler neden Büyük Bunalım sonrasındaki uç boyutlara ulaşmadı? Öncelikle, bu ülkeler krizden ABD’yi sorumlu tutuyorlar. Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva, “Bu, mavi gözlü beyaz insanların neden olduğu bir kriz” dediğinde, gelişmekte olan dünyada pek çok kişi bu görüşe katıldı. Eğer küresel mali krizin sınavdan geçirdiği bir gelişme modeli varsa, bu, küçük bir devlete, deregülasyona, özel mülkiyete ve düşük vergilere vurgu yapan neo-liberal ya da serbest piyasa modeli. Gelişmekte olan çok az ülke, kendini bu modeli tamamen benimsemiş kabul ediyor.
 

Nitekim, söz konusu ülkeler krizden önceki yıllar boyunca bu model ile aralarına bir mesafe koyuyorlardı. 1990’ların sonlarında Doğu Asya ve Latin Amerika’da yaşanan mali krizler, Washington uzlaşısı olarak anılan sistemle ilişkilendirilen düşüncelerin pek çoğununun itibarını götürdü, ki bunların başında da, yabancı sermayeye mutlak güven geliyordu. 2008 yılına gelindiğinde, çoğu yükselen piyasa ekonomisi, büyük döviz rezervleri biriktirerek ve bankacılık sistemleri üzerindeki düzenleyici denetimi koruyarak, dış mali piyasalar karşısındaki savunmasızlığını azaltmıştı. Bu politikalar, küresel ekonominin oynaklığından korunma sağladı. Bu ülkelerin son krizin akabinde etkileyici toparlanmaları da sözü geçen politikaların ne kadar isabetli olduklarını kanıtladı. Öyle ki, yükselen piyasalar, gelişmiş dünyadaki muhataplarından çok daha iyi ekonomik büyüme rakamları ilan ettiler.
 

O halde, Amerikan tarzı kapitalizm, tam bir itibar kaybı içinde değilse bile, en azından hâkim model olmaktan çıktı. Önümüzdeki on yılda, düşük gelirli ve yükselen piyasa ekonomilerinin ekonomik politikaya yaklaşımlarını daha da değiştirmeleri ve serbest piyasa modeliyle ilişkilendirilen esneklik ve etkinlik yerine, rekabetçi baskılar ve küresel ekonomik travma karşısında daha büyük bir direnç sağlamayı hedefleyen iç politikaları benimsemeleri beklenebilir. Bu ekonomiler sermayenin serbest dolaşımına daha az odaklanacak, sosyal güvenlik ağı programlarıyla toplumsal sıkıntıları en aza indirgemeye daha fazla önem verecek ve yerli sanayileri desteklemekte daha etkin davranacaklar.
 

Hatta, sadece ekonomik değil entelektüel gücün de giderek daha eşit dağılmaya başladığı inancıyla –ki, bu doğru–, daha gelişmiş ülkelerin sahip olduğu varsayılan uzmanlığa teslim olmaya eskisi kadar yatkın olmayacaklar.
 

DIŞ FİNANSMAN FETİŞİ 

Kriz öncesi eski ekonomik uzlaşının en temel unsurlarından biri, gelişmekte olan ülkelerin daha büyük yabancı sermaye girişlerinden önemli faydalar sağlayabilecekleri varsayımıydı, ki bu da ekonomist Arvind Subramanian tarafından “dış finansman fetişi” olarak adlandırılmıştı. Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi, sermayenin de dünya üzerinde hiçbir engele takılmadan serbestçe dolaşmasının piyasaları daha etkinleştirdiği düşüncesi, politika çevrelerinde az çok doğru kabul ediliyordu. 1990’lı yıllarda, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mali kuruluşlar ve ABD, borç alan gelişmekte olan ülkeleri, sermaye piyasalarını yabancı bankalara açmaya ve döviz kuru denetimlerini kaldırmaya zorladılar.

Serbest ticaretin faydaları kanıtlanmışken, mutlak sermaye hareketliliğinin avantajları o kadar bariz değildir. Bunun nedenleri, finans sektörü ile “reel” ekonomi arasındaki temel farklılıklarda yatmaktadır. Serbest sermaye piyasaları gerçekten de sermayeyi etkin biçimde tahsis edebilirler. Ancak, aynı zamanda birbiriyle bağlantılı büyük finans kuruluşları, büyük imalatçı firmalarının yapamadığı bir şekilde, ekonominin geri kalanına muazzam negatif dışsallıklar (negative externality) dayatan riskler de alabilirler.

O halde, 2008-2009 mali krizinin çelişkili sonuçlarından biri de, Amerikalılar’ın ve İngilizler’in, Doğu Asyalıların on yıldan uzun bir süre önce anladıkları şeyi, yani, düzenlenmemiş finansal sektörün tamamen serbest sermaye piyasaları ile bir arada olmasının kapıda bekleyen bir felaket tehdidi oluşturduğunu nihayet öğrenecek olması olabilir. Asya mali krizinin bitiminde, pek çok ABD’li politika yapıcı ve ekonomist hızlı serbestleşmeyi eskisi kadar vurgulamaz oldular ve “sırayla hareket etmeyi”, yani, serbestleşmeye ancak bankalar üzerinde yeterli denetim sağlayacak sağlam bir düzenleyici sisteminin kurulmasından sonra geçilmesini savunmaya başladılar. Ancak, gelişmekte olan bazı ülkelerin bu düzenleyici sistemi hızla yasalaştırma imkânlarının olup olmadığı ya da uygun bir düzenleyici rejiminin neye benzeyeceği konularına çok az kafa yordular. Ve yeni mesajlarının kendi durumlarıyla bağlantısını gözden kaçırarak, ABD’de ortaya çıkan, borçluluk oranlarının çok yüksek olduğu, aşırı büyük ve düzenlenmemiş gölge finans sektörü tehlikesine karşı uyarıda bulunmayı ihmal ettiler.

Yani, krizin ilk bariz sonucu dış finansman fetişinin son bulması oldu. Bu politikanın en hevesli takipçileri olan Doğu Avrupa ülkeleri ile İzlanda ve İrlanda gibi ülkeler krizde en ağır darbeyi aldılar ve en zor toparlanma onları bekliyor. Tıpkı Wall Street’de olduğu gibi, bu ülkelerin de 2002 yılından 2007 yılına kadar kaydettikleri büyüme rekorlarının, sağlam temellerden çok, kredi bulmaktaki kolaylığı ve yüksek kredi kullanma oranlarını yansıtan kısmi bir serap olduğu kanıtlandı.

TOPLUMSAL DUYARLILIĞA DUYARLI OLMAK 
Krizin ikinci sonucu, gelişmekte olan ülkelerin, duyarlı bir sosyal politikanın siyasi ve toplumsal faydalarına saygı duymaya başlaması oldu. Krizden önce, politika yapıcılar, ekonomik etkinliği öne çıkaran stratejilere kıymet verip, sosyal sigorta ve güvenlik ağı programlarını gözardı etme eğilimindeydiler. ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher 1970’lerin sonunda ve 1980’lerde, modern refah devletini eleştirerek iktidara gelmişlerdi ve eleştirilerinden pek çoğu kabul görmüştü: Pek çok ülkede devlet bürokrasisi aşırı şişmişti, etkin çalışmıyordu ve bir hak sahipliği zihniyeti yerleşmişti. Washington uzlaşısı, sosyal politikaların kullanılmasını her hal ve şartta reddetmedi, fakat, etkinliğe ve mali disipline yaptığı vurgu sosyal harcamalarda çoğu kez kesintilere yol açtı.

Ancak kriz, kapitalist sistemlerin –ABD kadar gelişmiş ve ileri olanların dahi– yapısal istikrarsızlığını gözler önüne serdi. Kapitalizm, düzenli olarak, işlerini kaybeden ya da geçim kaynaklarının tehdit edildiğini gören suçsuz kurbanlar yaratan dinamik bir süreçtir. Kriz süresince ve ertesinde, vatandaşlar hükümetlerinin ekonomik belirsizlik karşısında belli düzeyde istikrar sağlamasını beklediler. Bu, demokrasiyle yönetilen gelişmekte olan ülkelerde politikacıların kolay kolay unutamayacakları bir ders oldu; bu ülkelerin kırılgan demokratik sistemlerinin sağlamlaşması ve meşruluğu, eskisinden daha çok sosyal koruma sağlama becerilerine bağlı olacak.

ABD’yle karşılaştırıldığında, kıta Avrupası’nın krize nasıl tepki verdiğini düşünün. Batı Avrupa, şu ana kadar, Euro bölgesi kriziyle, çok daha sancısız bir toparlanma yaşadı; bunu, işsizlik sigortasını da kapsayan, ABD’ye göre daha gelişmiş bir konjonktür karşıtı otomatik sosyal harcama sistemi sayesinde başardı. Buna karşılık, ABD’deki iş yaratamayan toparlanma, gelişmekte olan dünyadaki politika yapıcılar için ABD modelinin çekiciliğini daha da azaltıyor; bu, orta sınıfların gereksinimlerine kulak vermeleri için giderek daha çok siyasi baskıya maruz kalan politikacılar açısından özellikle geçerli oluyor.

Sosyal politikalara yapılan bu yeni vurgunun iyi bir örneğini Çin’de görüyoruz. Ülkedeki yönetim nüfusun hızla yaşlanması karşısında, modern bir emeklilik sistemi kurmak için perde arkasından çaba harcıyor; bu, toplumsal ve siyasi istikrarı korumak için sadece yeni işler yaratılmasına odaklanan geleneksel taktikten uzaklaşıldığına işaret ediyor. Latin Amerika’da ise aynı baskılar farklı biçimlerde tezahür ediyor. Bölge, beklenen büyümeyi sağlamamış görünen 1990’lardaki serbestleştirici reformların ertesinde bir yorgunluk yaşadıktan sonra, bu yüzyılda sola kaydı ve yeni hükümetler yoksulluğu ve eşitsizliği azaltmak için sosyal harcamaları artırdılar. Pek çok ülke Brezilya ve Meksika’nın sergilediği başarılı örneği izledi ve yoksul hanehalklarını hedefleyen nakit transferi programları oluşturdu (bu programlardan yararlananların çocuklarını okuldan almamaları ya da başka koşulları yerine getirmeleri gerekiyor). Brezilya ve Meksika’da, bu yaklaşım, gelir eşitsizliğinde yıllardır ilk kez gözle görülür azalmalar sağlanmasına katkıda bulundu ve en yoksul hanehalklarının son krizden korunmasına yardımcı oldu.

Elbette, yoksulları hedefleyen (dolayısıyla, mali giderleri şaşırtıcı bir şekilde düşük tutan) bu gibi programların, bölgenin büyüyen orta sınıflarının uzun vadeli desteğini sağlamakta zorlanıp zorlanmayacağı ve aralarında Çin’in de bulunduğu bu ve diğer yükselen ekonomilerin, daha yaygın sağlık, emeklilik ve diğer sosyal güvenlik programlarının mali giderleriyle baş edip edemeyeceği soruları cevap bekliyor. Yükselen ekonomiler, arkasında yeterli finansal destek bulunmayan, tüm topluma yönelik sosyal programlarla ilişkili sorunları, yani, Avrupa ve ABD’nin nüfusları yaşlandıkça karşı karşıya kaldıkları türden problemleri halletmekte daha başarılı olacaklar mı?

GÖRÜNÜR EL 

Krizin üçüncü sonucu, sanayi politikası –bir ülkenin, geleneksel olarak, ucuz kredi ya da doğrudan sübvansiyonlarla veya kalkınma bankalarını devletin yönetmesiyle, belirli sanayi sektörlerini geliştirme stratejisi– konusunda yeni bir tartışmanın başlaması oldu. Bu politikalar, yurtiçine dönük verimsiz sanayileri yüksek bir maliyetle ayakta tuttukları için, 1980’lerde ve 1990’larda tehlikeli başarısızlıklar olarak görülüp, gözden düşmüşlerdi. Ancak, kriz ve bazı ülkelerin krize karşı etkili bir performans sergilemesi, gelişmekte olan ülkelerdeki yetkin bürokratların üretici sektörlere devlet müdahalesini etkin bir şekilde yönetebilecekleri düşüncesine destek sağlayabilir. Sözgelimi, Brezilya, kriz karşısında uyguladığı ilk canlandırma programı kapsamında, kredileri bazı sektörlere yönlendirmek için hükümet destekli kalkınma bankasını kullandı. Çin de aynı şeyi devlet tarafından işletilen bankalarıyla yaptı.
 

Ancak, bu yeni sanayi politikası kazananları seçip ayırmakla ya da üretimde büyük sektörel değişimler gerçekleştirmekle ilgili değil. Özel sektörü yeni sanayilere ve teknolojilere yatırım yapmaktan caydıran eşgüdüm sorunlarının ve diğer engellerin, yani piyasa mekanizmasının tek başına üstesinden gelme olasılığı düşük olan güçlüklerin üzerine gitmekle ilgili. Sözgelimi, hükümetler, Batı Afrika’da yenilikçi bir giyim sanayini desteklemek için kesintisiz bir tekstil ürünleri arzı sağlayabilirler ya da ihracatta darboğazların önüne geçmek için liman inşaatlarını sübvanse edebilirler. Buradaki düşünce, hükümetlerin, başlangıçtaki finansal ve diğer risklerden bazılarını üstlenmek ve kamu altyapısını daha sistemli bir şekilde hedeflemek suretiyle, özel yatırımcıların yeni gelişen sektörlere ilk girenler ve yenilikçi işletmeler olmanın yüksek maliyetlerinin üstesinden gelmelerine yardımcı olabilmesidir.

Son otuz yılda, Washington merkezli kalkınma kuruluşları, büyümeyi piyasanın başarısızlıklarından çok hükümet düzeyindeki yetersizliklerin ve yolsuzlukların tehdit ettiği görüşünü benimsediler. Amerikan usulü kapitalizmin tahtından indiği bugün, bu görüş değişmeye başlayabilir mi? Devletin daha aktif bir rol oynayabileceği düşüncesi, çok daha büyük bir cazibe kazanabilir mi? Bu soruların cevabı, tek tek her gelişmekte olan ülke için, devletin kapasitesi ve genel idarekonusunda yapılacak bir değerlendirmeye göre değişecektir. Zira, sanayi politikasına getirilen en önemli eleştiri hiçbir zaman ekonomik içerikli bir eleştiri olmadı; gelişmekte olan ülkelerde ekonomik karar almanın siyasi baskıdan korunamayacağını ileri süren siyasi bir eleştiri oldu. Bu eleştiriyi getirenler, politika yapıcıların söz konusu korumacı önlemleri, başlangıçta yerli sanayilere hayat vermek olan amaçlarını yerine getirmelerinden sonra da, uzun bir süre daha sürdüreceklerini savundular. Aslında, ithalata bağımlılığı azaltmak ve yeni doğan sanayileri desteklemek gibi sanayi politikaları, sonradan Washington’da hafife alınmış olsalar dahi, 1950’lerde ve 1960’larda Doğu Asya ve Latin Amerika’da etkileyici büyüme oranlarının gerçekleşmesini sağladılar. Ancak sorun, Latin Amerika’daki hükümetlerin siyasi nedenlerle bu korumayı gevşetememeleriydi, ki bunun sonucunda da bu ülkelerin yerli sanayileri küresel ölçekte rekabet edemedi.

O halde, gelişmekte olan ülkelerde sanayi politikalarını kullanmayı tasarlayan teknokratların, bunun siyasi çerçevesini de düşünmeleri gerekiyor. Siyasi baskıdan yeterince özerk ve yetkin bir bürokrasi mevcut mu? Böyle bir gündemi sürdürmeye yetecek kadar finansman var mı? Artık ihtiyaç kalmadığında politikaları devre dışı bırakmak gibi zorlu siyasi kararlar almak mümkün olacak mı? Sanayi politikasının başarıyla kullanıldığı örneklerin çoğu, uzun bir teknokratik bürokrasi geleneğine sahip olan Doğu Asya’da görüldü. Böyle bir mirası olmayan ülkelerin daha dikkatli olmaları gerekiyor.

BÜROKRASİYİ İŞLER HALE GETİRMEK 

Eğer ülkeler sanayinin gelişmesini destekleyecek ve bir sosyal güvenlik ağı sağlayacaklarsa, kamu sektörlerinde reform yapmaları gerekecek; nitekim, krizin dördüncü sonucu, bunu yapmamanın maliyetlerini acı bir şekilde hatırlatmak oldu. ABD’de, düzenleme kurullarına sağlanan fonlar yetersizdi, bu kurumlar yüksek kaliteli personel çekmekte güçlük yaşıyor ve siyasi muhalefetle karşı karşıya kalıyorlardı. Bu durum şaşırtıcı değildi: Reagan-Thatcher doktrini, piyasaların hükümete kabul edilebilir bir alternatif oluşturduğu inancını ima ediyordu. Oysa kriz, hiç düzenlenmemiş ya da zayıf bir şekilde düzenlenmiş piyasaların olağanüstü maliyetler yaratabileceğini gösterdi.
 

Çin’in krizden sonra sergilediği dikkat çekici toparlanma becerisi, hem gelişmekte olan hem de gelişmiş dünyada liderler tarafından hayretle karşılandı; bu, karmaşık bir demokratik sürecin yarattığı gecikmelerin önüne geçebilen, yukarıdan aşağı, sıkı bir şekilde idare edilen bir politika üretme mekanizmasının sonucuydu. Bunun sonucunda, gelişmekte olan dünyada siyasi liderler bugün etkinlik ve yeterliliği otokratik siyasi sistemlerle ilişkilendiriyorlar. Halbuki, pek çok yetersiz otokratik rejim bulunuyor. Çin’i ötekilerden ayıran, en azından üst kademelerinde, karmaşık politikaları yönetme ve koordine etme kapasitesine sahip bir bürokrasinin varlığı. Çin bu bakımdan, düşük gelirli ülkeler arasında bir istisna oluşturuyor.

Etkin kamu sektörlerinin desteklenmesi, dünyanın karşı karşıya olduğu en zorlu kalkınma sorunlarından birini oluşturuyor. Dünya Bankası ve Birleşik Krallık (İngiltere) Uluslararası Kalkınma Dairesi gibi kalkınma kuruluşları son 15 yıldır, başarılarına gösterebilecekleri pek az kanıt olsa da kamu sektörünü güçlendiren, iyi yönetişimi destekleyen ve yolsuzlukla mücadele eden programlara destek oldular. ABD ve İngiltere’deki finansal düzenleyicilerin bile var olan güçlerini kullanmayı ya da hızla gelişen piyasalara ayak uydurmayı başaramamış olması, en gelişmiş ülkelerde dahi kamu sektörlerinin etkinliğini sağlamanın ciddi bir sınav olduğunu hatırlatıyor.
 

Gelişmekte olan ülkelerin kamu sektörlerinin iyileştirilmesinde neden bu kadar az ilerleme kaydedildi? Sorunların başında, bu ülkelerin bürokrasilerinin sık sık, kişisel olmayan bir kamu hizmeti ideali yerine, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden, rant peşinde koşan hükümetlere hizmet etmesi geliyor. Yabancı bağışçılar, Avrupa Birliği’ne katılım süreci gibi mekanizmaların oluşturduğu kısmi istisna bir yana, genellikle, bunları değişime zorlayacak ağırlığa sahip değiller. İkincisi, etkin kurumların bir ülkenin kendi siyasi, toplumsal ve kültürel gerçeklerini yansıtan, doğal bir evrim geçirmesi gerekiyor. Batı’da (etkinliğiyle ünlü Prusya bürokrasisi gibi) kişisel olmayan bürokrasiler, sağlam devlet kurumlarının yaratılmasında büyük bir rol oynayan ekonomi dışı faktörlerle, uzun ve acılı bir süreç sonucunda gelişti. Hukuk devleti anlayışı gibi kavramlar ve kurumlar sadece dışarıdan kopyalanırlarsa doğru işleme şansları düşük olacaktır; toplumların bunların içeriklerini benimsemesi zorunludur. Son olarak, kamu sektörü reformu buna paralel bir ulus inşa sürecini gerektirir. Bir toplum net bir ulusal kimlik duygusuna ve ortak bir kamu çıkarına sahip olmazsa, bireyler etnik gruplarına, kabilelerine ya da himaye ağlarına daha fazla sadakat gösterecektir.
 

ÇOK KUTUPLULUĞA GEÇİŞ 

Tarihçiler bundan yıllar sonra, yaşadığımız son mali krize Amerika’nın küresel anlamda iktisadi hâkimiyetine son veren bir olay olarak işaret edebilirler. Ancak çok kutuplu bir dünyaya geçiş trendi bundan çok daha önce başladı ve Batı mali piyasalarının çöküşü ve gösterdikleri zayıf toparlanma bu süreci sadece hızlandırdı. II. Dünya Savaşı sonrası çözüm bekleyen ekonomi ve güvenlik sorunları ile mücadele etmek için kurulan uluslararası kuruluşlar, kriz öncesinde bile sıkıntı içindeydiler ve reforma ihtiyaçları vardı. IMF ve Dünya Bankası, mazide kalmış ekonomik gerçekleri yansıtan yönetişim yapılarından mustariptiler. Bretton Woods kuruluşları, 1990’lardan başlayarak, Brezilya ve Çin gibi yükselen piyasa güçlerine daha fazla oy hakkı vermeleri için giderek artan bir baskı altında kaldılar. Bu arada, ekonomik bakımdan en önemli altı Batı demokrasisi ile Japonya’dan oluşturan elit G-7 grubu, diğer güç merkezleri yükseldiğinde bile, küresel ekonomik eşgüdüm gibi meselelerde dünyanın gayri resmi yürütme komitesi olmaya devam etti.

Son olarak, mali kriz, başlıca küresel ekonomik politika koordinasyon mercii olarak G-7’nin tarihe karışmasına ve yerine G-20’nin oluşturulmasına yol açtı. G-20 ülkelerinin devlet başkanları küresel bir canlandırma programını koordine etmek üzere Kasım 2008’de Washington’da bir araya geldiler –bu oluşum, o günden bu yana yerleşik bir uluslararası kuruma dönüştü. G-7’nin tersine, G-20 Brezilya, Çin ve Hindistan gibi yükselen ülkeleri de içerdiğinden, ekonomik eşgüdümün genişlemesi yeni bir küresel ekonomik oyuncu grubunun gecikerek de olsa tanınması anlamına geliyor.
 

Kriz, IMF ve Dünya Bankası’na yeni bir soluk ve meşruiyet de kazandırdı. Bundan önce, IMF’nin hızla hükmünü yitirdiği izlenimi hâkimdi. Özel sermaye piyasaları ülkelere, IMF borçlarına çoğu kez eklenen şartları taşımayan, elverişli koşullarda finansman sağladılar. IMF kendi faaliyetlerini finanse etmekte zorlanıyordu ve personel azaltma sürecindeydi.

Ancak, G-20 liderleri, ülkelerin gelecekte finansal açıklarını daha kolay kapatmalarına yardımcı olmak amacıyla Bretton Woods kuruluşlarına 1 trilyon dolar ek kaynak sağlamayı kabul edince, durum değişti. Brezilya ve Çin gibi ülkeler, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda, Letonya, Pakistan ve Ukrayna’nın desteklenmesinde kullanılacak olan özel fonlara katkıda bulunan devletler arasında yer aldılar.

Batı demokrasileri, yükselen piyasa ekonomilerinin küresel meselelerde daha büyük bir liderlik rolü üstlenmelerini talep ederek, küresel ekonomik meseleleri artık kendi başlarına idare edemediklerini dolaylı olarak kabul ediyorlar. Ancak, “diğerlerinin yükselişi” olarak adlandırılan süreç, sadece ekonomik ve siyasi güçle ilişkili değil; fikirlerin ve modellerin küresel rekabetiyle de ilişkili. Batı, özellikle de ABD, artık sosyal politika alanında yenilikçi düşüncenin tek merkezi olarak görülmüyor. Örneğin, koşullu nakit transferi programları ilk olarak Latin Amerika’da geliştirildi ve uygulandı. Sanayi politikasına gelince, Batı son 30 yılda bu alana çok az yenilikçi düşünce katkısında bulundu. Uygulamadaki başarılı modelleri görmek için, gelişmiş dünya yerine yükselen piyasa ülkelerine bakmak gerekiyor. Uluslararası kuruluşlara gelince, ABD ve Avrupa’nın sesi ve fikirleri eski hâkimiyetini kaybediyor. Yükselen piyasa ülkelerinden uluslararası finans kuruluşlarının önemli fon sağlayıcıları haline gelenlerin seslerine ve fikirlerine daha büyük bir ağırlık veriliyor.

Bütün bunlar, kalkınma gündeminde bariz bir değişikliğin sinyalini veriyor. Geleneksel olarak, bu, gelişmiş dünyada üretilip gelişmekte olan dünyada uygulanan –aslında, çoğu kez bu dünyaya dayatılan– bir gündemdi. ABD, Avrupa ve Japonya önemli ekonomik kaynak ve fikir odakları olmaya devam edecekler, ama artık yükselen piyasalar da sahaya iniyor ve önemli oyuncular arasında olacaklar. Brezilya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkeler kalkınma için gerekli kaynakları ve bunları en iyi kullanma uygulamalarını hem ihraç hem de ithal edecekler. Dünyadaki yoksulların büyük bölümü sınırları içinde yaşıyor olsa dahi, bu ülkeler küresel arenada ekonomik, siyasi ve entelektüel bakımdan yeni bir saygı görüyorlar. Aslında, kalkınma hiçbir zaman zenginlerin yoksullara bahşettiği bir şey olmadı, yoksulların kendileri için sağladıkları bir şey oldu. Öyle görünüyor ki, Batılı güçler, kendileri için hiçbir şekilde bitmemiş olan son mali krizin ışığında, nihayet bu hakikatin farkına varıyorlar.


 

The Council on Foreign Relations Bu içeriğin telif hakkı Foreign Affairs’e aittir. Foreign Affairs, Global İlişkiler Forumuʼna (GIF) bu içeriği tercüme etme ve GIF internet sitesinde yayınlama hakkını vermiştir. Foreign Affairs ve GIF bağlı kurumlar değildir. Foreign Affairs, GIF sitesinde yayınlanan içerikten sorumlu değildir, ifade edilen fikirler ile ilgili bir pozisyon aldığı sonucu çıkarılamaz. Aynı şekilde, GIF Foreign Affairs sitesindeki içerikten sorumlu değildir.
X